Sansür ve Linç Kültürü İlişkisi

Dikkat ettiniz mi? Sansürün pervasızca hüküm sürdüğü toplumlarda hemen bir linç kültürü geliştiriliyor. Yani bir şeyleri sansürlemek yetmezmiş gibi o şeylere birilerinin saldırması sağlanıyor. Görmemiz istenmeyen şey önce bizden koparılıyor. Sonra da o şey parçalanarak imha ediliyor. Böylece sansürün ikinci ve asıl adımı yani sansürü meşrulaştırarak insana ait değerleri unutturma, toplum zihninden silme ve böylece dayatmacı zihniyetin ve tek tip yaşam tarzının temellerini atma işlemi gerçekleşmiş oluyor.


İşte bu süreci yaratan da sansür ve linç kültürü arasındaki güçlü bağ. Gelin dilerseniz aradaki bu kuvvetli ilişkiyi bulmaya çalışalım.


Gerçek şu ki linç kültürü aslında sansürün en büyük koruyucusudur. Çünkü sansür temelde iki şeyi amaçlar. Bunlardan biri insanın kendine ait değerlerinden uzaklaşarak kendine yabancılaşmasına neden olmaktır. Diğeri ise öteki kavramını adeta öcü gibi göstererek insanı, sadece kendi yaşam tarzının hüküm sürdüğü ve farklı hayatların ölüme mahkum olduğu bir dünyanın varlığına inandırmaktır. İşte sansür bu iki amacı gerçekleştirme noktasında doğrudan linç kültürüne başvurur. Linç kültürü ise bu noktada insanın kendi özgüvenini yitirmesine ve kendisini başkalarının koruması altında yaşamaya mecbur hissetmesine yardımcı olur. Yani insanları, kendi değerlerini tanımaktan uzak, gerçekleri göremeyen ve kendi başına karar veremeyen ihraç fazlası zombilere dönüştürür. 


Sansür ve linç kültürünün birlikte hareket ederek ulaşmak istedikleri yer hiç kuşkusuz özgürlük kavramının silindiği ve güçlünün kendi yaşam tarzını dayatarak bütün pişkinliğiyle yaşayacağı bir dünya oluşturmaktır. Bunun gerçekleşmesi ise insanın bir kum tanesinden daha değersiz hale gelmesinden başka bir şey değildir. 


Sonuç olarak sansür ve linç kültürünün amaçladığı her şey insanı yok etmeye yöneliktir. Buna dur demesi gerekenler ise kendi özünü ve yaşadığı toplumun ruhunu korumaya sevdalı insanlardan başkaları değildir. Günümüzde yaşanan örnekler bu yok oluşa dur deme gayreti içinde olanların başının çok ağrıdığını açıkça göstermektedir. Ancak yine de bu insanlar, insanlık onurunun kurtarılması adına, yedikleri küfürlerle doğru orantılı olarak gösterdikleri özveriyle takdiri sonuna kadar hak etmektedirler.

Okullar Açıldı, Saçmalıklar Başladı

Güzide eğitim sistemimizin en temel halkası, sevgi pıtırcıklarını yetiştirme merkezi, disiplin ayağına özgür düşünceye ket vuran zihniyetleri barındıran büyük oluşum, ihraç fazlası zombi yetiştirmeye meraklı dev fabrikalar kısacası okullar, 24 Eylül 2009 Perşembe günü itibariyle resmi olarak açıldılar. Vatana millete hayırlı olsun.


Yine her zamanki gibi çarpık eğitim sisteminin bir yığın kötü sonucuyla ve MEB'in kendi adıyla çelişen düzenlemeleriyle dolu bir eğitim-öğretim dönemi geçireceğimiz daha ilk günden anlaşıldı. Ben de bu vesileyle bu sene ne gibi saçmalıklarla yeni eğitim-öğretim dönemine girdik kısaca onlardan bahsedeceğim.


1) Servis araçlarının yaşı 20'ye çıktı 


Güzide eğitim dünyamızda bu sene yaşanan ilk saçmalık servis araçlarının yaşı. Önceleri 12 yaşından büyük servis araçları kullanılamıyordu. Ancak son düzenlemeyle bu yaş 20'ye çekildi. Bu konuyla ilgili İstanbul'dan sorumlu bir yetkiliyi dinledim. Biz İstanbul ili olarak servis araçlarının yaş sınırını 10 olarak belirledik dedi. Anladığım kadarıyla bu düzenleme Büyükşehirlere özgürlük tanıyormuş. E sormak lazım mesela Uşak'ta okula giden öğrencinin suçu ne. O niye 20 yaşında araçla, hayati tehlike altında okula gidiyor ? Gerçekten anlamak çok zor. Yoksa zor değil mi? Bu servis araçlarının plakaları falan var hani. Onların da bir ticari değeri var. E şimdi sınır 20 yaşına çıkınca plakaların değeri daha çok artacak falan. Neyse işte anladınız siz onu.


2) Servis elemanlarının yaşı en az 20, eğitim düzeyi ise en az ilkokul mezunu olacak


Bu düzenlemeyle ilgili aklıma şu geliyor. Acaba ilkokul servislerinde öğrencilerin kendi seviyelerinde bilgi düzeyi olan kişilerle haşır neşir olmaları, pedagojik açıdan öğrenci gelişimine bir katkı mı sağlıyor? Çünkü bu düzenlemenin de başka açıklaması yok. Şunu merak ediyorum. Mesela 3.sınıf öğrencisi, servis görevlisiyle konuşurken, servis görevlisi ben ilkokul mezunuyum dese o çocuk içinden '' bak ilkokul mezunu iyi kötü bir işte çalışıyor ben de 2 yıl sonra bırakırım okulu'' falan diye düşüncelere kapılmaz mı? Belki de kapılmaz. Ama bu, ortadaki anlamsızlığı değiştirmiyor. O zaman okullarda da ilkokul mezunu sınıf öğretmenleri olabilsin. Ne farkı var onunla bunun. İki durumda da öğrenciyle kurulan bir iletişim  ve sosyal bağ var. Ya da o zaman okulda hiç okumamış insanlar da servis elemanı olsun. Ne yani ilkokulu bitirince, işi hak etme vasıflarına sahip mi olunuyor.


3) Ders saatlerinde değişiklik yapıldı


Bu da yine bu sene yapılan çok ''anlamlı'' bir değişiklik. Bu değişiklikle birlikte çoğu lisede ders saati sayısı arttı. Şimdi bu düzenleme çok konuşulacak taraflar içeriyor. Şöyle ki Tebliğler Dergisi'nde yayınlanan resmi ders çizelgesine göre genel liseler (düz lise) haftada 30 saat, meslek liseleri ise 40-45 saat (türüne ve sınıfına göre değişiyor) ders görecek. Bir kere birinci adaletsizlik burada ortaya çıkıyor. Son yapılan düzenlemeyle katsayı farklarının ortadan kalkması en çok meslek liselerine yaradı. Ancak meslek liselerinin bu ders saatleriyle genel liselerde okuyanları geçmesi çok zordu. Anadolu ve Fen liseleri öğrencileri zaten sınavla okullarına girdikleri yani seçilmiş oldukları için meslek lisesi öğrencileri, bu okulların öğrencileriyle zaten bir rekabet içine giremezdi. O zaman da meslek liseleri değişen katsayıya rağmen sınavda istediği başarıyı gösteremeyecekti. Şimdi ne oldu? Ders saati artan meslek liseleri açıklarını kapatma ve YGS ile LYS'de genel liselerdeki öğrencilerin önüne geçme şansı buldular. Zaten bunu seneye yerleştirme sonuçları açıklandığında daha açık şekilde göreceğiz. (Burada kullandığım meslek liseleri kavramı bütün meslek liselerini kapsasa da yapılan  düzenlemeler açık şekilde imam hatip liselerine yönelik. Amaç imam hatipli gençlerin bu ülkedeki her meslek kolunda bulunmasını sağlamak. Bu da tabi gerici hayat tarzının toplumun her kesimine yayılması anlamına geliyor).


Ders saatleriyle ilgili ikinci boyut Anadolu ve Fen liseleri ile Bakalorya programı uygulayan liselere yönelik. Burada da işin bir diğer fiyasko boyutu var. Anadolu liseleri ve Fen liseleri haftada 36-37 saat ders görürken, hazırlık sınıfı olan yani 5 yıllık Anadolu liseleri haftada 40 saat ders görüyor. Bunun da amacı herhalde iyi okulları ödüllendirmek. Şunu anlamıyorum. Ders sayısı artınca daha iyi okul mu olunuyor ya da iyi öğrencilerin daha çok ders görünce daha iyi öğrenciler olacağı mı zannediliyor? Bu çok büyük bir yanlış. Haftada 30 saatten 4 yıl lisede okuyan birileri var, bunun yanında sırf daha iyi bir başarı gösterdi diye iyi bir liseye giden ama 5 yıl ve haftada 40 saat ders gören öğrenciler var. Buna denilecek tek söz ''bu ne perhiz bu ne lahana turşusu''. Başarılı, iyi okullarda okuyan öğrencileri yorarak varılacak bir tek yer var. O da yazının en başında sözünü ettiğim gibi bir ton ihraç fazlası zombi yetiştirmek. Eğer amaç buysa söyleyecek söz yok.


4)Beden eğitimi dersinin saati 2'den 1'e indirildi


Fazla söyleyecek bir şey yok. Bu kadar sportif, her gün düzenli yürüyüş yapan ve beden egzersizlerini hiç aksatmayan  insanlardan oluşan bir topluma zaten 2 ders beden eğitimi çoktu. İlerde tamamen kaldırılır diye düşünüyorum keza 1 saatlik Beden dersi olsa ne olur olmasa ne olur... Bu dersin sayısını haftada 1 saate indiren yetkililere teşekkür ediyor ve 2012'de Türkiye'nin ne kadar olimpiyat madalyasıyla Londra'dan döneceğini merakla bekliyorum (Çok spor yapan bir toplumuz ya şimdi tabi böyle toplumlardan çok sayıda yüzücü, atlet falan çıkar. E biz de öyle olduğumuz için bütün madalyaları toplarız herhalde).


Bu 4 değişiklik dışında yazmaya devam etsem daha çok ilginç düzenleme çıkar ama sıkıldım. Yazmaktan değil, yazdıklarımın içeriğinden, eksik ve yanlış tarafları görüp bunları değiştirmek için elimden bir şey gelmemesinden sıkıldım. Sıkıldım çünkü en önemli konu eğitimken en çok hata yapılan alan yine eğitim oluyor. 


Unutmayın. Eğitim sistemimiz, okullarımız, servislerimiz, yani bütünüyle Türk milli eğitimi yerde sürünmeye devam ettikçe, emin olun etrafımız bizi ayağa kaldırıp bize bir yudum su verenlerle değil, bizi yerde görüp bir tekme de bize savuranlarla dolacak. O yüzden bunu bilin ve ona göre hareket edin.

Milliyet Gazetecilikte Devrim Yaptı


Milliyet, gazetecilikte devrim niteliğinde bir çalışma gerçekleştirdi. Uzun süren uğraşlar sonucunda Milliyet Gazete Arşivi oluşturuldu. Bu gazete arşivi 3 Mayıs 1950 ile 30 Haziran 2004 tarihleri arasında yayımlanmış Milliyet gazetelerini içeriyor. Arşive, http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/adresinden ulaşabilirsiniz.

Milliyet Gazete Arşivi'ne göz atmak ve geçmişe ait gazete kupürleri arasında dolaşmak isterseniz öncelikle siteye ücretsiz biçimde üye olmanız gerekiyor. Daha sonra arzu ettiğiniz tarihli gazetenin ister herhangi bir sayfasına, isterseniz de herhangi bir haberi içeren kupürüne bakabiliyorsunuz. Gördüğüm kadarıyla kullanıcılara bir sınır koyulmuş. Buna göre günde 20 sayfa ve 200 kupür görme hakkınız var. Bunun sebebini tam olarak anlayamadım. Yalnız sitenin altyapısının yetersizliğinden ve sitenin fazla yoğunluktan etkilenmemesi için böyle bir önlem alınmış olabilir.

Bu arşiv sebebiyle Milliyet gazetesini ve bu işi yapan ekibi kutlamak lazım. Emin olun bu Türk gazeteciliğinde bir devrimdir. Çünkü böyle büyük bir arşivi insanların bir tık uzağına taşımak, ancak gazeteciliğe duyulan saygının ve cesaretli gazeteci kimliğinin bir yansıması olabilir. Ve bu kadar saygılı ve cesaretli kimseler, tarihin her döneminde, devrimcilerin bizzat kendisi olmuşlardır. Gerçekten bu arşivi hazırlayan ekibe tekrar tekrar teşekkür ediyorum.

Not: Yazıyı okumayı bitirdiyseniz Milliyet Gazete Arşivi'ne bir göz atın. Çok keyif alacağınızdan eminim.

Satranç Efsaneleri Buluştu

Satrancın iki büyük ismi Gary Kasparov ve Anatoli Karpov 19 yıl aradan sonra karşı karşıya geldi. Üç gün süren mücadelenin ardından Kasparov, rakibi Karpov'u 9-3 yenerek bu büyük buluşmanın galibi olmuş oldu.


İki efsanenin bu karşılaşmasının satranç sporunun geleceği açısından oldukça önemli olduğu kanısındayım.Çünkü bana kalırsa günümüzde sporun karşılığı hep bedensel dallar olarak gösteriliyor. Oysa şu bilinen bir gerçek ki satranç, briç, go, dama gibi oyunların tamamı birer zeka sporu. Yani bunların hepsi bir spor dalı. Ancak ne yazık ki televizyon gelirlerinin ve ticari sözleşmelerin hüküm sürdüğü spor dünyasında, bu tarz zeka sporları diğer spor dallarıyla aynı ilgiyi göremiyor. 


Bunu çok garip karşılamamak lazım tabi. Dünyada herhalde hiç kimse 90 dakika boyunca satranç izlemenin futbol izlemek kadar keyif vereceğini ya da 2,5 saati aşkın bir süre devam eden bir satranç maçının bir basketbol maçı kadar heyecanlı olacağını söyleyemez. Bunun da sebebi satrancın sıkıcı ve gereksiz olması değil, tüm zeka sporları gibi doğası açısından daha sakin bir spor olması hiç kuşkusuz.


Sonuç olarak ticari bir kılıfa sokulması mümkün olmayan satranç gibi özel ve güzel sporların, böyle büyük organizasyonlar ve ünlü kişilerin katıldığı turnuvalarla kendi popülerliğini her zaman koruyabileceğini ve bu sayede yeni nesillerin zeka sporlarıyla daha hızlı kaynaşabileceğini düşünüyorum.


Not: Yukarıda gördüğünüz fotoğraf Kasparov ile Karpov'un 1984 yılındaki ilk karşılaşmalarından alınmıştır.

What A Wonderful World

Son günlerde izlemekten ve bilhassa dinlemekten en keyif aldığım reklam Varyap Meridian reklamı. Haluk Bilginer'in dilinden dökülen mısralar, tarihe damgasını vurmuş yüzler ve tabi ki Louis Armstrong'un enfes sesinden What a Wonderful World şarkısı. Bu çalışma, bir reklam filminin tek başına ticari kaygılar gütmediğini, insanlara ulaşırken onların yüreğine dokunmanın da oldukça önemli olduğunu gösteriyor bize. Gerçekten bu reklam filmi üzerinde emeği geçen herkesi kutluyorum. Eğer bu reklamı hala izlemediyseniz ya da bir daha izlemek istiyorsanız aşağıda bu reklamın linkini bulabilirsiniz :


Varyap Meridian Reklam Filmi

Yasakçı Zihniyet İşbaşında

Evet, internette yasaklar kaldığı yerden devam ediyor. Şimdi de Myspace ve Last Fm siteleri mahkeme kararıyla engellendi. Bu engellemeyle birlikte yine hiçbir mantıklı açıklaması olmayan ve tek amacı insanların özgürlük alanlarını daraltmak olan bir adım daha atılmış oldu.


Bütün bu yasaklar aslında yürütülen psikolojik bir harekatın aşamaları. Tıkladığımız siteye erişimin engellenmesi, izlediğimiz filmde dumanını gördüğümüz sigarayı buzlanmış bir şekilde görmemiz ya da bir müzik klibinin, içindeki öpüşme sahneleri yüzünden yayından kaldırılması. Bütün bunlar bizlere belirli bir yaşam tarzını dayatmak ve direncimizi kırmak için yapılıyor. Ve bütün bu yasaklar etrafımızda pervasızca dolaşırken, dünya adeta bir açık hava hapishanesine dönüştürülmeye çalışılıyor.


Neden korkuyorum biliyor musunuz? Bütün bu yasakların kanıksanmasından ve yasaklar karşısında tepkisizleşmemizden. Çünkü zaten istenilen bu.  Amaç bu yasaklar karşısında sesimizi çıkaramayacak kadar hissizleşmemiz. 1980 sonrası dönemde kitapları yakanlar, aydınlık düşünceyi bu ülkeden silmeye çalışanlar aynı zihniyetin elemanları değil mi? Gençleri apolitize eden, sandığa boş boş oy atan zombilerin yerden bitmesini sağlayan hep bu zihniyet olmadı mı?


Büyük Alman şair ve tiyatro yazarı Bertolt Brecht bir şiirinde şunları söylemişti : 


"Naziler önce komünistleri tutukladılar; komünist değilim diye ses 
çıkarmadım.


Sonra Yahudiler'i tutukladılar, Yahudi değilim dedim, sesimi çıkarmadım.


Sosyal demokratları tutukladılar, savunmak bana mı kaldı dedim, sesimi 
çıkarmadım.


Sıra bana geldiğinde etrafta tutuklanmama ses çıkaracak kimse kalmamıştı!"


Yasaklara tepkimizi gösterelim. Çünkü bugün tepkisiz kalırsak konuştuğumuz bu yasaklar bir gün başka boyutlara taşınabilir. Bugün sıra Myspace ve Last Fm'de ise yarın sıra bize gelebilir. Ve emin olun eğer sıra bize gelirse, yasaklanması istenen şey şu an aldığımız nefesimiz bile olabilir...

Biri Emergency Deklare Etsin

Geçtiğimiz günlerde gazetelerde bir haber vardı. Habere göre, inişe hazırlanan bir pilot ile kulede görevli kontrolör arasında bir tartışma yaşanıyordu. Açıkçası bu tartışma beni hem çok güldürdü hem de bana '' emergency '' deklare etmenin ne kadar önemli bir şey olduğunu öğretti. Bu yüzden ben de bu ikili arasında geçen tartışmayı paylaşmak istedim. İşte o komik tartışma :


Pilot: En geç 10 dakika içinde inmem gerekiyor. Yakıtım bu kadar. Sabiha Gökçen’e davet ediyorum vermeyecekseniz.


Kule: İnişte 3 numarasınız. Emergency deklare ediyor musunuz?


Pilot: Efendim emergency yok. İşte yakıtım bu, en fazla 9 dakika bekleyebilirim. Fazla yakıt almıyoruz biliyorsunuz.


Kule: Emergency deklare etmiyorsanız Gökçen’e sizi yönlendireyim.


Pilot: Eğer yakıtla müsaitseniz emergency deklare ediyorum. 9 dakikalık bekleme yakıtım var. İnelim, müsait değilseniz Sabiha Gökçen’e iniyorum, tamam.


Kule: Anlatın efendim, rapor edin. Müsait değil. Sağdan uçuş başı 090.


Pilot: Efendim ‘emergency yakıtı’ kabul etmiyorsunuz. tamam.


Kule: Efendim, ‘emergency’ deklare ediyorsanız, sizi 06 için vektörleyeceğim.


Pilot: Güzel kardeşim daha ne söyleyeyim size ‘yakıtım bu’ diyorum. O saat geldiği zaman ‘emergency yakıtı’nın saati. Anlamıyorsunuz herhalde. 9 dakika sonra emergency yakıtına düşüyorum. 


Kule: Efendim emergency deklare ettiğinizi belirtirseniz sizi alacağım ben de diyorum.


Pilot: Sevgili kardeşim bir daha söylüyorum. Şu anda 8 dakikaya indim. 8 dakika sonra emergency yakıt ilan ediyorum. 5 geçe emergency yakıt ilan etmiş olacağım.


Kule: Efendim ben ‘emergency deklare ediyorum’ cümlesini bekliyorum sizden. Emergency yakıt ayrı bir şey. ‘Ben de sizin güzel kardeşiniz değilim’ bu arada.


Pilot: Lütfen rapor eder misiniz? Ben 5 geçe emergency yakıta düşüyorum. Şimdi de beklemedeyim tamam.


Not : Havacılık otoritelerine göre bu tartışmada haksız taraf pilot. Çünkü pilot yakıtın yetersiz olduğunu belirtirse yani havacılık tabiriyle emergency deklare ederse, inişten sonra şirket yetkilileri tarafından sorgulanacak. Bu yüzden de pilot emergency deklare etmekten kaçınıyor. 

10'u Anıyoruz



TAÇSIZ KRAL METİN OKTAY

TEK AŞKIYDI GALATASARAY

SENİN GİBİ CİMBOMLUYU

UNUTUR MU BU TARAFTAR


Unutmaz. Gerçekten de onun gibi Cimbomluyu bu taraftar yıllar geçse de unutmaz.


Bugün Taçsız Kral Metin Oktay'ın 18.ölüm yıldönümü. Metin Oktay, tam 18 yıl önce bugün, 55 yaşındayken üzücü bir trafik kazasıyla yaşamını yitirmiş ve aramızdan erken ayrılan sayısız efsaneden biri olmuştu. O günden bu yana Galatasaray camiası, Galatasaray taraftarı ve Türk futbolu onu kaybetmenin acısını yüreğinde taşıyor.


Metin Oktay Türk futbolunun mihenk taşlarından biridir. Gerek gösterdiği üstün başarılar ve attığı sayısız golle gerekse sarı-kırmızı renklere olan yürekten bağlılığıyla bugün Türk futbolunun gelişmesi ve popülerleşmesinde en büyük isimlerden biri olmuştur. Metin Oktay, futbolun ne kadar estetik bir spor olduğunu, golün futbola ne kadar yakıştığını ve bir kulübe yürekten bağlanmanın ne büyük bir güç olduğunu, yaşadığı süre zarfında bizlere göstermiştir.


Metin Oktay'ın Türk futbolu için ne kadar özel bir yeri varsa Galatasaray için de o kadar ayrı bir yeri vardır. Hiç kuşkusuz Metin Oktay'ı efsane yapan en önemli etken onun Galatasaray camiası ile olan bağıdır. Metin Oktay her fırsatta dile getirdiği gibi gerçek bir Galatasaraylıdır. Metin Oktay, Galatasaray forması altında her zaman büyük bir özveriyle mücadele etmiş ve bir sporcunun aidiyet duygusunun ne kadar kutsal ve önemli olduğunun canlı kanıtı olmuştur.


Kısacası Metin Oktay Galatasaray için efsane 10 numara, yine Galatasaray ve Türk futbolu için Taçsız Kral, Türk sporu içinse adam gibi adam olmuştur ve bu sıfatları sonuna kadar hak etmektedir. 


Metin Oktay'ı 18.ölüm yıldönümünde saygı ve özlemle anıyor ve yazımı Galatasaray Spor Kulübünün resmi sitesinde yer alan, Metin Oktay'ın ufak bir anısıyla noktalıyorum :


Galatasaraylılığını, “Sarı-kırmızılı renklere küçükten beri hayrandım. Galatasaray İzmir’e geldiğinde okuldan kaçar, maça giderdim. Bence Galatasaraylılık din gibi, mezhep gibi yerleşmiş, köklü bir inançtır. Galatasaray’ı işte bunun için tercih eder ve Galatasaraylılığımla her zaman gurur duyarım” sözleriyle ifade eden Metin Oktay, ayrıca 1957 yılında dönemin Fenerbahçe yöneticisi Müslüm Bağcılar’ın dönemin koşullarına göre astronomik olan transfer teklifini “Bizi sevenleri üzmeyelim baba...” cümlesi ile geri çevirmiştir.

İstanbul'u Nasıl Bilirdiniz?


Misyonumuz


Medeniyetlerin buluşma noktası İstanbul'a karşı tarihi sorumluluğumuzun gereğini yerine getirerek şehrin yaşam kalitesini artırma, özgün kimliğini pekiştirme ve saygın bir dünya şehri haline gelmesine katkı sağlama adına; yerel hizmetleri adaletli, kaliteli, gelişime açık, verimli ve etkili bir yönetim anlayışı ile sunmak.


Vizyonumuz


Türkiye'nin görünen yüzü ve dünyaya açılan penceresi olan İstanbul'u, eşsiz mirasına sahip çıkarak, yaşam kalitesi yüksek, sürdürülebilir bir dünya şehri yapan öncü ve önder belediye.


İstanbul'un "Mimar" Bir Başkan'ı Var...

İstanbul’un, bir dünya kenti olma yönünde ivme kazanacağı gelecek 5 yılına mimar ve sanat tarihi doktoru bir başkan imza atacak. Yeni Başkan Dr. Mimar Kadir Topbaş, dokusunu çok iyi tanıdığı kenti, mesleki formasyonunun kazandırdığı estetik kaygılarla evrensel ölçülerde yeniden biçimlendirecek.


Yukarıda okuduğunuz yazılar İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin resmi sitesinde yer alıyor. Görüldüğü üzere alıntılarda İBB'nin misyonu ve vizyonundan bahsediliyor. Ayrıca İstanbul'un '' mimar'' bir belediye başkanı olduğuna vurgu yapılıyor. Dilerseniz şimdi de bu ''mimar'' belediye başkanının 1-2 saat önce verdiği ve yine İBB'nin resmi sitesinde yer alan demecine bakalım :


İstanbul’a son 80 yılın en büyük yağışının birkaç saat içinde düştüğünü ve bu doğal afetler karşısında insanoğlunun çaresiz kaldığını belirten Başkan Topbaş, “Ölümler nedeniyle milletimize baş sağlığı diliyorum. Acılar üzerine siyaset yapanları kınıyorum ve milletime havale ediyorum” dedi.


Bütün bu yazıları okuduktan sonra, İstanbul'da bu misyonun ve vizyonun gereklerini yerine getiren bir belediye ve ''mimar'' bir belediye başkanı görebiliyor musunuz? Ben göremiyorum. 


Bugünkü felaketin suçlusu başından sonuna İstanbul Belediyesi ve bu belediyenin bir numaralı ismi Kadir Topbaş'tır. Zaten bunu anlamak için çok kafa yormaya da gerek yok. Bugün sabah saatlerinden beri Kadir Topbaş'ın yaptığı açıklamalara bakarsanız ortada ne kadar büyük bir ihmalin olduğunu görürsünüz. Çünkü bu ülkede suçu geçmişe atan, geçmiş yönetimleri suçlayan ya da ''hepimiz biraz hatalıyız'' söyleminin arkasına sığınan ne kadar yönetici varsa hepsi gerçek suçludur. Bu gerçek suçluların söyledikleri sözler de koltuğu koruma sevdası ve kendini temize çıkarmaktan başka bir şey değildir.


Üzgünüm. Üzgünüm çünkü İstanbul bunları hak etmiyor. Üzgünüm çünkü İstanbul gibi bir şehri bu halde görmeye dayanamıyorum. Üzgünüm çünkü İstanbul bugün gerçekten de yorgun, üzgün ve yaşlanmış...


Son olarak yazımı bana göre günün en iyi manşetiyle noktalamak istiyorum. Ntvmsnbc.com der ki : Pabucumun Kültür Başkenti

Genelkurmay'dan Çizgilerle Atatürk

Belki görmüşsünüzdür Genelkurmay Başkanlığı geçtiğimiz günlerde ''Atatürk ve Milliyetçilik'' ve ''Atatürk ve Cumhuriyetçilik'' adlarında iki çizgi roman yayımladı.Özellikle dezenformasyonun (bilgi çarpıtma) dört bir yanımızı sardığı 21.yüzyılda, Atatürk'ün kişiliğini ve düşünce sistemini genç nesillere çizgi roman yoluyla anlatmaktan daha doğru bir adım olamazdı. Umarım bu çizgi romanların devamı gelir ve Atatürk sevgisi, daha çok  sayıda genç yüreğin umudu olur. 

Spordan Anlamayan Spor Medyası

Malum bugünlerde milli heyecanlar yaşıyoruz. Basketbol takımımız Avrupa Şampiyonası'nda ter dökerken, futbol takımımız da Dünya Şampiyonası'na katılma mücadelesi veriyor. İşte böyle bir ortamda güzide spor medyamız enine boyuna futbol ve basketbol takımlarımızı tartışıyor ve ne yazık ki voleybol milli takımımız gözden kaçırılıyor.


Bildiğiniz gibi geçtiğimiz hafta voleybol milli takımımız Avrupa Şampiyonası'nda mücadele etti ve ne yazık ki oynadığı üç maçını da kaybederek elendi. İşte bu büyük başarısızlıktan sonra güzide spor medyamızdan, bu başarısızlığın nedenlerini sorgulayan yayınlar yapmasını beklerdim. Ancak bizim - sporu çoğu kez futbola, nadiren de basketbola hapseden - spor yazarlarımız her zamanki gibi yine farklı spor dallarına gözlerini kapayarak umursamaz tavırlarını sürdürdüler.


Açıkçası üzülmemek elde değil. Futbola gelince milli takım, basketbola gelince milli takım ama voleybola gelince tık yok. Dünyada sporu bu kadar dar bir pencereden izleyen ve izleten başka bir medya var mı çok merak ediyorum? Uluslararası bir turnuvadan neden 3 maçımızı kaybederek döndüğümüzü sorgulamak bu kadar mı zor? Emin olun aynı durum futbolda olsaydı 24 saat boyunca ekranda ''Neden kazanamadık?'', ''Nerede yanlış yaptık?'' temalı programlar dönerdi. Gerçekten bu ülkede spor yayıncılığını anlamak çok ama çok zor. Ondan sonra da 70 milyonluk ülkeden niye bu kadar az sporcu çıkıyormuş? Sebebi çok basit değil mi? Bir ülkenin spor adına ahkam kesen kişileri spordan anlamazsa o ülkenin sporda ileri gitmesi, sporcu yetiştirmesi mümkün olabilir mi? Spor medyası dediğin bilinçli olacak. Sporun her dalını takip edip, ülke sınırları içinde spor adına yapılan yanlışları görüp, yaptığı yayınlarla yetkili mercileri bu yanlışların düzeltilmesi konusunda uyaracak. Spor medyası sporun ve sporcunun takipçisi olacak. Bütün bunları yapmayan, her sabah yazı masasına oturup, '' Akşamki maç ne olur? '' sorusuna  cevap arayan yazarlardan kurulu bir spor medyasından hayır gelir mi sorarım size? 


Ülkemizde spor adına tehlike çanları çalıyor. Birileri bu gidişe dur demezse gelecekte bir adet olimpiyat madalyasına bile hasret kalacağız haberiniz olsun...

İyi ki Doğdun Freddie

Bugün 5 Eylül 2009. Queen'in efsane solisti ve - benim için - müzik tarihinin en büyük ismi Freddie Mercury'nin 63. doğum günü. Freddie bugün yaşasaydı tam 63 yaşında  ve muhtemelen bir yerlerde, yine tüm enerjisiyle konser veriyor, şarkılarını söylüyor olacaktı. Ne yazık ki bugün Freddie Mercury'nin sesi, sadece albüm ve konser kayıtlarından bizlere ulaşabiliyor. Ne yazık ki Freddie Mercury 18 yıldır aramızda değil...


Bugün 5 Eylül 2009. Freddie Mercury'nin ölümünden bugüne, sevenleri hâlâ onun yokluğuna alışmaya çalışıyorlar. Hâlâ Freddie Mercury'nin bir yerlerde, o muhteşem sesiyle avaz avaz şarkı söylemesini bekliyorlar.


Bugün 5 Eylül 2009. Freddie Mercury dünyaya geleli tam 63 yıl oldu. Dünya, bu efsane sanatçıya tam 63 yıl önce kavuştu. Bugün eğer müzik bir sanat dalıysa, müziğin bir sanat dalı olduğunun en büyük kanıtlarından biri Freddie Mercury'dir. Ve bugün eğer sanat büyülü, insanı başka dünyalara götüren bir hayal perisiyse, bunun da en büyük kanıtlarından biri, hiç kuşkusuz büyük efsane Freddie Mercury'dir.


Bugün 5 Eylül 2009. Freddie Mercury ürettiği eserlerle aramızda olmaya; sevinçlerimizi, üzüntülerimizi bizlerle paylaşmaya devam ediyor. Kısacası Freddie Mercury ölümsüz olmaya devam ediyor.


Bugün 5 Eylül 2009. Freddie Mercury'nin 63. doğumgünü. Benim için gerçek sanatçıların dünyaya geldikleri günler, bizlerin sanat bayramlarıdır. Tıpkı Elvis Presley'nin, John Lennon'ın, Jimi Hendrix'in, Michael Jackson'ın ve adını sayamadığım diğer müzik efsanelerinin doğduğu günler gibi. Tıpkı Freddie Mercury'nin doğduğu 5 Eylül günü gibi...


Bugün 5 Eylül 2009. Sanat bayramınız kutlu olsun. Ve Freddie... Doğum günün kutlu olsun...


Not: 5 Eylül tarihinde doğanlara baktım. Bir de ne göreyim. Duman grubunun solisti Kaan Tangöze. Freddie Mercury ile aynı gün doğup, onunla aynı işi yapmak da ayrı bir şans olsa gerek...  

Teşekkürler Marsel İlhan

Bugünlerde en büyük gurur kaynağımız Marsel İlhan hiç kuşkusuz. Çünkü 70 milyonluk ülkemizden bir Grand Slam'de ikinci tura yükselen bir tenisçi bile çıkaramamamız gerçekten büyük bir ayıptı. İşte bu ayıbı silen adam Marsel İlhan oldu. İlhan, 2-1 geriye düştüğü maçı 3-2 kazanarak, Amerika Açık'ta ikinci tura yükseldi ve Türk tenisinin gelecekte daha güzel günler göreceğinin sinyalini verdi. 


Bu noktadan sonra Marsel İlhan ikinci turu geçer ya da geçemez hiç önemli değil. Önemli olan böyle başarılı tenisçilerimizi daha çok gündeme taşımak, onlara destek olmak ve onları her fırsatta onurlandırmaktır. Zaten bunları yaparsak Marsel İlhan gibi birçok tenisçimizin, bugün hayranlıkla izlediğimiz Federer'in, Nadal'ın, Venus ve Serena kardeşlerin olduğu noktalara gelmek için, ellerinden gelen çabayı sonuna kadar göstereceklerine inanıyorum. Ve evet, bir Türk için - hayal gibi gelebilir ama - Wimbledon şampiyonluğu gerçekten hayal olmadığını düşünüyorum. Yeter ki böyle yetenekli tenisçilerimiz biraz daha fazla destek görebilsinler. 


Bir kez daha Marsel İlhan'a bize böyle bir gurur yaşattığı ve Türk tenisinin miladı sayılabilecek bir başarıya imza attığı için teşekkür ediyorum.

MTV EMA 2009 Türkiye Adayları

Daha önce MTV Avrupa Müzik Ödülleri ile ilgili bir yazı yazmış ve adayların gelen istekler doğrultusunda belirleneceğini söylemiştim. O günden bu yana istekler değerlendirildi ve adaylar Atiye, Bedük, Nil Karaibrahimgil, Kenan Doğulu ve Manga olarak belirlendi. Açıkçası adaylar pek beklediğim isimler olmadı. Yarışmanın mantığı açısından genç yeteneklerin aday olması gerekirken Kenan Doğulu'nun aday olması bende ayrı bir şaşkınlık yarattı. Bana kalırsa Türkiye'yi bu yarışmada büyük ihtimalle Kenan Doğulu temsil edecek. Çünkü onun oy potansiyelinin diğer adaylara göre daha yüksek olduğu kanısındayım. Yine de şimdiden bir şey söylemek pek doğru değil tabi ki. Bu adaylar içinde ben Mangayı destekliyorum. Bence Manga'nın müziği diğer adaylara göre daha uluslararası bir çizgide ilerliyor. Bu açıdan benim oyum Manga'ya. Eğer ben de oy kullanmak istiyorum diyorsanız işte linki :


http://ema.mtv.com.tr/oy_verin


Not: Hatırlatmakta fayda var geçen sene Avrupa'nın En İyi Sanatçısı ödülünü Emre Aydın almıştı. 

Ortaçağ Kapanmadı

İlkokuldan hatırlarsınız belki tarih şeridini. Sınıfın duvarına asılıdır hani. İlkçağ, Ortaçağ, Yeniçağ, Yakınçağ diye gider. Üzerinde bir çağ kapatıp, yeni bir çağ açan olaylar resmedilmiştir. İşte bütün o tarih şeritlerinde hep Ortaçağ’ın İstanbul’un Fethi ile kapandığı ve Yeniçağın açıldığı görülür. Peki, durum gerçekten böyle mi? Ortaçağ gerçekten kapandı mı yoksa Ortaçağ’ın tam ortasında yaşıyoruz da haberimiz mi yok?

 

Ortaçağ, bildiğiniz gibi skolâstik felsefeyle (okul felsefesi) yani kilisenin düşünce sistemiyle anılır hep. Öyle bir sistemdir ki bu sorgulamayı reddeder. Her şeye körü körüne inanmaktır bu felsefenin hayat kaynağı. Kilisenin doğruları, herkesin doğruları olmalıdır. İşte Ortaçağ, bugünün bu kabul edilemez zihniyetinin hüküm sürdüğü dönemdir. Bilimsel yöntemin geri plana itildiği, düşüncenin küçücük bir kavanoza hapsedildiği dönemdir.

 

Bugün kime sorsak herkes Ortaçağ’ın kapandığını söyler herhalde. Çünkü görünürde Ortaçağ’a ait pek bir şeye rastlamıyoruz. Şimdi kilit noktaya gelelim. Çevremizde Ortaçağ’ın izlerine rastlamıyor olmamız, Ortaçağ’ın izlerinin silindiği anlamına mı gelir?

 

Demek istediğimi yeteri kadar belli ettiğim kanısındayım. Evet, bugün 2009 yılının dünyasında Ortaçağ kesinlikle yaşanmaktadır ve izleri asla silinmemiştir.

 

Beni bu düşünceye sevk eden dünyanın genel durumu aslında. Öyle olaylar yaşanıyor ki dünyanın farklı bölgelerinde, inanmakta zorluk çekiyorum. İşte son olay: Malezya’da içki içen bir kadın, kırbaç cezasına çarptırıldı. Kadın cezasına razı olduğunu açıkladı. Bunu sadece güncel bir örnek olduğu için verdim. Aslında buna benzer olayları hep duyuyoruz. Daha önce de evlilik dışı ilişkiye giren bir kadın recm (taşlanarak öldürülme) cezasına çarptırılmıştı. Bu olaylar ne kadar insanlık dışı değil mi? Şimdi sorarım size dünyada hala bir yerlerde Ortaçağ’ın yaşandığını sadece bu iki örnek bile kanıtlamaz mı?

 

Burada çok temel bir sorun var aslında. Bu zihniyeti nasıl algıladığımız ve bu zihniyete karşı neler hissettiğimiz. Şimdi gelin iğneyi kendimize batıralım.

 

Ne yazık ki bizler bu akıl almaz, çağdışı haberleri televizyonda gördüğümüzde çoğu zaman anlık bir şaşkınlıkla karşılayıp sonra unutuyoruz. Çünkü biliyoruz ki o olayın yaşandığı yer bizim dünyamız değil. Çünkü biliyoruz ki ‘‘dünyada 7 milyar insan var’’ sözü bir insanlık algısı yaratmaktan çok uzak. Hepimiz yalnızca kendi hayatımıza odaklanıyoruz. Çünkü orada böyle olaylar yok. Kendi hayatımızda bizi taşlayacak kimseler yok. İçki içtik diye kırbaçlayacak kimseler de. Tabi ki bizlerin hayatında da sorunlar var, korkular var, üzüntüler var. Ama bütün bunlar bugün 7 milyar insandan bazılarının karşılaştığı insanlık dışı eylemlerin yanında, incir çekirdeğini bile doldurmuyor.

 

Sadece bu iki örnek değil insanlığın yüzünün kızarmasına yol açacak olaylar. Kadın sünnetine ne demeli mesela ya da Swaziland’da devlet başkanının binlerce bakire arasından dilediğini seçip, eş olarak alma özgürlüğüne… Ya da bırakalım bütün bu saçma sapan, uç örnekleri. Açlığa ne demeli. Bugün dünyada Birleşmiş Milletler’e göre tam 1 milyar insan aç. Bu insanların büyük çoğunluğu başta AIDS olmak üzere bir ton hastalıkla da boğuşmak zorunda. Sadece 1 milyar insanın açlığı bile Ortaçağ’ın kapanmadığı gerçeğini gözler önüne sermeye yetiyor hiç kuşkusuz.

 

Biliyorum içinizi çok kararttım. Sadece kötü örneklerden bahsettim. Kendimizi de acımasızca eleştirdim, sanki suçlu bizlermişiz gibi. Anlatmak istediğim şudur. Dünya bunların hiçbirini hak etmiyor. Bugün bilim ve teknoloji insanlığın gurur duyacağı bir noktada. Ama o çok güçlü olan birileri hala bir yerlerde, Ortaçağ’ın hüküm sürmesine göz yumuyor. Ve bunu yaparken de ne yazık ki seni, beni, bizi kullanıyor. Bizi hipnotize ediyor. Televizyonu, interneti ayaklarımızın altına seriyor. Bize dizilerde, eğlence programlarında hep gösterişi, eğlenceyi, zenginliği gösteriyor. Bizi izlemekten büyük keyif aldığımız bir hayal dünyasına sürüklüyor. Ve gerçek şu ki bizi, hayatın sıkıcı ortamından çekip alıyor, mutlu ediyor. Ama bunu yaparken de bize bir şeyleri unutturuyor. Gözlerimizi, önümüzde yaşanan Ortaçağ’ı görmeyelim diye kör ediyor. Bizi tüketmeye, itaat etmeye ve ölmeye zorluyor. Bizim insanlık olmamızı, birleşmemizi engelliyor. Kısacası bize insan olduğumuzu unutturuyor Bunu yaparken de sadece ve sadece kendi çıkarını düşünüyor.

 

Lütfen şunu unutmayın. Ortaçağ birileri için hâlâ kapanmadı. İnsan beyninin gücü Ortaçağ’ı kapatmaya yetti ama kendi hırslarını yenmeye yetmedi. Eğlenmek insan için, gülmek insan için, mutlu olmak insan için, insanca yaşamak insan için. Ama unutmak hiçbir zaman insan için değil. Unutmayın. Ortaçağ kapanmadı. Ortaçağ'ı kapatacak biri varsa o sensin, o benim, o biziz.


Not: Yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz duvarda consume, obey, die yazmaktadır.Yani tüket, itaat et ve öl

Kâinat Güzeli Venezuela'dan

Geçtiğimiz gün 2009 Kâinat Güzellik Yarışması’nı izledim. Gerçekten çok keyifli bir yarışmaydı. Farklı ülkelerden gelen 83 kız birinci olmak için yarıştılar. Aslına bakarsanız yarıştılar demek pek mümkün değil çünkü yarışılan bir ortam göremedim ben. Şöyle ki yarışmanın başında 83 kız yaklaşık 4 saniyelik tanıtımların ardından elemeye tabi tutuldu ve ilk 15 belirlendi. Daha ne olduğunu anlamadan bu sayı önce 10’a sonra da 5’e düştü. Finalde de 1. açıklandı. Tabi ki bu tip törenler aslında malumun ilanından başka bir şey değil. Çünkü bu törenlerden önce jüri üyeleri zaten kendi birincilerini çoktan belirlemiş oluyorlar. Tören gecesi de yarışmacı kızlar formalite icabı 2 kere podyumda yürüyor, 2-3 sanatçı şarkı söylüyor, bu arada ekranda bol bol törenin yapıldığı yerin tanıtımları dönüyor (Bu sene tören Bahamalar’da yapıldı) böylece Kâinat Güzellik Yarışması adı altında tüm dünyaya bir şov izletiliyor. Tabi bu şovun parasal getirisi de işte bu yayın aracılığıyla sağlanıyor.


Yarışmaya dönecek olursam birinci geçen sene olduğu gibi yine Venezuela güzeli oldu. Zaten Venezuela güzeli benim de favorilerim arasındaydı. Tacı giyen Venezuela güzelinin 18 yaşında olduğunu öğrenince küçük çaplı bir şok yaşadım ama olsun. Efendim bu yarışma şunu göstermiştir ki Venezuela kadınları gerçekten tescillenmiş bir güzelliğe sahip. Zaten bu yarışmayı da 7 kez kazanan Amerika’nın ardından 6. kez kazanarak bunu bir kez daha kanıtladılar. Peki, Venezuela kadınlarının bu dayanılmaz güzellikleri nereden geliyor?


Bununla ilgili olarak dün Cengiz Semercioğlu bir yazı yazdı. Ben de bu konuda bilgilenmiş oldum. Hemen sizlere aktarayım. Yazıdan anlaşıldığı üzere Venezuela kadınlarının güzelliklerinin sırrı, dünyanın en iyi karışmış ırkına sahip olmalarından geliyor. Çünkü Venezuela insanı, Afrika’nın güneyinden göç eden siyahlarla, İspanya-Portekiz’den gelen beyazların mükemmel bir karışımı. Anlayacağınız Venezuela kadınlarının güzellik yarışmalarındaki bu üstünlüğü ırksal özelliklerinden kaynaklanıyor.


Sonuç olarak güzellik yarışmaları gerçekten eğlenceli organizasyonlar. Dilerim bir gün Kâinat Güzellik Yarışması’nda bir Türk kızını da birinci olarak görebiliriz (Dünya Güzellik Yarışması’nda Keriman Halis ve Azra Akın’la birinciliğimiz var ama Kâinat Güzellik Yarışması’nda yok ne yazık ki).


Not: Yukarıdaki fotoğraf son Kâinat Güzeli Stefania Fernandez’e aittir. Saygılar

Queen Dönüyor

Çok isterdim bunu söylemeyi ama ne yazık ki Queen geri dönmüyor. Dönmüyor çünkü Freddie'siz bir Queen düşünmemiz mümkün değil. O yüzden Queen dönmüyor, dönemiyor. Ancak her şeye rağmen Queen'den güzel bir haber geldi. Bu yıl Kasım ayında Queen'in bir derleme albümü çıkması planlanıyor. Albümün adı da Queen Absolute Greatest. Yukarıda da albümün kapak fotoğrafını görmektesiniz. Bu albümde 20 adet Queen klasiği bizlerle olacak. 


İşte albümün şarkı listesi: 


1. We Will Rock You

2. We Are the Champions

3. Radio Ga Ga

4. Another One Bites the Dust

5. I Want it All

6. Crazy Little Thing Called Love

7. A Kind of Magic

8. Under Pressure

9. One Vision

10. You're My Best Friend

11. Don't Stop Me Now

12. Killer Queen

13. These Are the Days of Our Lives

14. Who Wants to Live Forever

15. Seven Seas of Rhye

16. Heaven for Everyone

17. Somebody to Love

18. I Want to Break Free

19. The Show Must Go On

20. Bohemian Rhapsody

Ne diyelim Queen'in adını yeni çıkacak bir albümün kapağında görmek bile güzel. Ancak şu da bir gerçek ki Freddie'siz bir Queen ne yazık ki yarım ve hüzün verici olmaya her zaman mahkum. 


Not: Keşke Freddie hayatta olsaydı dediğinizi duyar gibiyim. Diyebilecek bir şeyim yok...Keşke...

Ramazan Davulu

Ramazanın gelmesiyle ramazan davulcuları da arz-ı endam eylediler. Ramazan davulcuları bildiğiniz gibi insanları sahura kaldırmak amacıyla geceleri tokmağı vuruyorlar da vuruyorlar davula. Hepimiz biliyoruz ki alarm denen bir sistem var. Saatini, telefonunu ayarlarsın, istediğin saatte kalkarsın. Açıkçası bu zamanda ramazan davulcularının hiçbir işlevi yok. Bu açıdan Çankaya Belediyesi'ni takdir etmem lazım. Çankaya sokaklarında artık ramazan davulcuları olmayacak( Bildiğim kadarıyla Bakırköy'de de durum böyle). Gerçekten yerinde bir uygulama. Hangi inanca mensup olursa olsun - özellikle sahura kalkmayacak kişileri - rahatsız etmeye kimsenin hakkı yok. Kaldı ki sahura kalkan kişileri de zaman zaman rahatsız edebiliyor davulun sesi. Hele bir de davulun sesiyle arabaların alarmları da çalmaya başlıyor ki sormayın. Sanırsınız savaş var dışarıda. Dilerim Çankaya Belediyesi'nin bu örnek uygulaması diğer ilçe ve illere de yayılır. 


Not: Yukarıda, yazının konusuna uygun bir Selçuk Erdem karikatürü görmektesiniz. Saygılar.

Sahur Programları

Ramazanın gelmesiyle birlikte iftar ve sahur programları da başladı. Neler dönüyor ekranlarda diye sahur programlarına bir göz attım. Bence sahur programları çok gereksiz olmuş her zamanki gibi. Yani '' millet sahura kalktığında televizyonu açar, arada da yarı uykulu bir halde bizi izler '' diye düşünülerek hazırlandığı çok açık bu programların. Genellikle sahur programı yapan kanallar, çok şey bilen (?), büyük din alimlerini (?) koymuşlar ekrana. Onlara soru cevaplatıyorlar. Bir tanesine bir iki dakika bakayım dedim. Amca, krem sürmenin orucu bozmayacağını ciddi bir biçimde anlatmaya çalışıyordu. Yani işte seviye bu kadar. Zaten gecenin bir saatinde ne olabilirdi ki bundan farklı? 


Bari Murat Bardakçı, sadece cumartesi günleri yayınlanan Tarihin Arka Odası programını haftada üçe, dörde çıkarsa da hiç olmazsa sahur vaktinde yarı geyik bir tarih muhabbeti dönse ekranda. 


Not: Yukarıda, yazının konusuna uygun bir Yiğit Özgür karikatürü görmektesiniz. Saygılar.

Bolt Yine Uçtu

Evet Bolt yine uçtu. Olmazı olur yapmaya alışık olan, ailemizin atleti Usain Bolt yine yapacağını yaptı. İnsanlık gururla sunar. 200 m'yi 19.19 saniyede koşan adam. Onun adı Usain Bolt. Artık alıştık ama yine de insanlığın daha neler yapabileceğini görmek için onu izlemeye devam. 


Teşekkürler Bolt. Bana bir kez daha televizyon karşısında dünya rekoru izleme zevkini tattırdığın için.


İşte tarihi 200 m finali:


IAAF Berlin 2009 - 200m FINAL - WINNER usain bolt NEW world Record *19.19*


İnsan Sanatla Güzel

Müzik ve sinema sektörünü büyük maddi kayıplara uğratarak üretimin düşmesine neden olan, "internetten müzik ve film dosyası indirilmesine" sıkı takip ve cezai yaptırım getirilecek.

Kültür ve Turizm Bakanlığının 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nda yapacağı değişiklikle, internetten "fikir hırsızlığına" karşı uyarı, idari para ve hapis cezasına kadar uzanan yaptırım hedefleniyor.

Yukarıda okuduğunuz haber bugün itibariyle haber sitelerine yansıdı. Bu habere göre internetten film ve müzik indirenlere cezai yaptırım uygulanması ve böylece vatandaşların caydırılması amaçlanıyor.


Bu konu aslında uzun bir süredir konuşuluyor. Özellikle eser sahipleri sık sık korsandan ve internetten film ve müzik indirilmesinden yakınıyor. Gelin bu konuya sakin kafayla ve gerçekçi bir bakış açısıyla yaklaşmaya çalışalım.


İnsan - Sanat İlişkisi


Bu konuyu ele alırken işe insan ile sanat arasındaki organik bağı tanımlayarak başlamanın daha doğru olduğu kanısındayım. Sanatın temelinde duyguların ve düşüncelerin çeşitli yollarla ve yaratıcı bir biçimde ifade edilmesi anlayışı yatar. Yani sanat eseri mutlaka bir şey anlatmalı ve bunu da yaratıcı ve göze, kulağa hoş gelecek biçimde yansıtmalıdır.


O halde sanatın oluşmasını sağlayan yegane varlık kimdir? İnsan. Çünkü bir sanat eserini ortaya çıkaracak yaratıcılık ve bilince sahip tek varlık insandır. Bunun dışında verilen çeşitli eğitimlerle, hayvanların da sanat adına çeşitli ürünler ortaya koyması sağlanabilir (örn. fok balıklarının aldıkları eğitimle dans etmesi ya da bir müzik aletini çalması). Ancak hiç kuşkusuz hayvanlara verilen eğitimin de içinde mutlaka insan faktörü bulunmaktadır. Kısacası sanat sadece insanın olduğu yerlerde ortaya çıkar (Burada aklınıza ''doğal güzellikler başlı başına bir sanat eseridir ve bu güzellikleri insan yaratmamıştır'' gibi bir yargı gelebilir. Evet belki bir doğal güzelliğin oluşması, çeşitli doğa olaylarının bir sonucudur ama insanın varlığı olmasaydı o doğa harikasının '' güzel bir sanat eseri, doğa harikası '' olarak nitelendirilmesi mümkün olmayacaktı. Bir de bu açıdan bakalım. Yani her koşulda sanatın olduğu yerde insanın da olması gerekir).


Demek ki insanla sanat her zaman iç içe. Peki sanat eserinin amacına ulaşması için '' oluşması '' tek başına yeterli midir? Tabi ki değil. Çünkü az önce söylediğim gibi bir sanat eseri yaratıcı bir biçimde duygu ve düşünceleri ifade eder. Yani bir şeyler anlatır. Şimdi bir sanat eseri anlattığı şeyleri kime anlatabilir sizce. Tabi ki insanlara. Yani o sanat eserinin amacına ulaşabilmesi demek, insanlara bir şeyler anlatabilmesi demektir (Burada sanat sanat için midir yoksa toplum için midir tartışmalarına girmek istemiyorum. Benim için sanat her zaman '' insan '' için olmuştur).


İnsanın Sanata Duyduğu İhtiyaç


İnsan, sanata ihtiyaç duyan bir varlıktır. Çünkü insanın nasıl yemek, içmek, cinsellik gibi ihtiyaçları varsa aynı şekilde estetik ihtiyaçları da vardır. İnsan estetik ihtiyaçlarını iki şekilde giderebilir. Bunlardan ilki insanın kendine bakması ve aynada kendisini güzel görmesidir. İnsanın kendisini güzel görmek için yaptığı şeyler aslında insanın estetik ihtiyaçlarını gidermesine yöneliktir. İkinci olarak ise insan sanat eserleri aracılığıyla estetik ihtiyaçlarını giderebilir. İnsanın müzik dinlemesi, film izlemesi, bir tabloyu incelemesi ya da kitap okuması (edebiyat, felsefe gibi konular da sanatla iç içedir) estetik ihtiyacı gidermeye yönelik eylemlerdir. Kişi bunları yaparak kendini mutlu hisseder. Kulağa hoş gelen bir melodi, insanı duygulandıran bir film ne olursa olsun bunlar insanın her zaman yanında olması gereken unsurlardır. İnsan sanatın çeşitli dallarına, edebiyata, felsefeye vb. konulara - insan olmanın bir gereği olarak - muhtaçtır( Tabi ki bu konuların dereceleri insandan insana farklılık gösterir. Kiminde edebiyat, kiminde sanat ön plana çıkabilir. Bazısı sanat dallarından müziği kendine yakın bulur, bazısı sinemayı bu zevk meselesidir).


Sanat - Para İlişkisi


Gelelim bugünkü konumuza. Yukarıda anlatmaya çalıştığım şey insanı, sanattan bağımsız düşünemeyeceğimizdir. O yüzden sanat eseri üretmek de üretilen sanat eserlerine ulaşmak da insanın en doğal hakkıdır. Peki sorun nereden çıkıyor?


Sorunun kaynağı tabi ki para. Yani sanatçılığın bir meslek olması. Sanatçılığın meslek olması demek sanatçının ürettiği eserden para kazanması demek. Ürettiği eserden para kazanmanın yolu da eseri çoğaltıp, belirli bir fiyatla satışa çıkarmaktır. Özellikle müzik sektöründe konserler de bir gelir kapısıdır ancak örneğin bir yazarın kitabını satmaktan başka bir gelir kaynağı olabilir mi? Sadece yazarlık yapıyorsa bu mümkün değildir. İşte sorun da burada çıkıyor. Sanat eserine ulaşmak herkesin hakkı ancak eserin de sanatçısına para kazandırması için belli bir fiyattan satılması gerekiyor. O zaman da bu eseri alamayan birey sanattan yoksun kalmış oluyor.


Bu sorunu daha yakından anlamak için basit bir örnek verelim. Bir kişi düşünün. Bu kişi sanata yoğun bir ilgi duyuyor. Her ay çıkan yeni albümleri, DVD'leri, kitapları alıyor. Sinemaya gidip vizyondaki filmleri izliyor. Resim sergilerini, opera ve bale gösterilerini, konserleri hiç kaçırmıyor. Sizce bu sanat aşığı kişi ayda sanat için ne kadar para öder? Ayda 5 albüm, 5 DVD, 5 kitap alsa (sayıyı düşük tuttum muhtemelen bu sayı daha fazla olmalı), 3 kere sinemaya, 1 kere operaya, 1 kere baleye, 2 kere konsere, 2 kere de tiyatroya gitse (bunların sayısı da artırılabilir) sizce ayda ne kadar para öder? Kaba bir hesap yaparsak en az 500 TL öder. Dikkat ederseniz bu tek kişi için yapılmış bir hesap. Tabi ki '' Ülkemizde herkes operaya, baleye gitmek istiyor da pahalılıktan gidemiyor, yoksa acayip kültürlü, sanat aşığı bir toplumuz '' demek için bu örneği vermedim. Sadece sanatın parasal anlamdaki değerini göstermeye çalıştım.


O zaman sanatı, parası olanın eline alıp oynayacağı bir oyuncak haline mi getireceğiz. Yoksa insanlarımıza sanatı ucuz yollardan sunmanın çözümlerini mi arayacağız ? Sormamız gereken soru bu.


Ülkemiz zaten sanatta geri kalmış durumda. Bugün hala ulusal bir gazete klasik müziğin kilise müziği olduğuna yönelik yayın yapabiliyorsa ve insanları bu konuda kışkırtmaya çalışıyorsa ortada ciddi bir sanat cehaleti var demektir. Şimdi sanat cehaleti olan bir toplumda internetten mp3 ya da film indirmek mi daha büyük sorun yoksa bu sanat cehaletini topluma aşılamaya çalışan gruplar mı? Sorarım size.


Yasak Çözüm Değildir


Görülüyor ki yasaklar çözüm değildir. Tabi ki bende isterim keşke hiç korsan olmasın. Ama bunun yolu insanlara sanatı yüksek bedellerle dayatmak ve buna uymayanları da cezalandırmak olmamalıdır. Çözüm kesinlikle sanat eserlerinin fiyatının düşürülmesidir. Tabi fiyatı düşürürken kalite daha da yükselmelidir. Bunun da tek yolu devletin sanatı ve sanatçıyı korumak için girişimlerde bulunmasıdır. Devlet, sanatçısını korur, sanatçısının maddi sıkıntıya düşmesini engellerse o zaman hem sanatçı daha güzel eserler sunar hem de sanat eserlerinin fiyatı düşer. Böylece toplum da sanatla daha yakın bir ilişki kurmuş olur. Buna bağlı olarak da ''sanat cehaleti'' toplumun yakasını bırakır.


Kısacası sanat, insanla var olmuştur ve ancak insanla varlığını sürdürebilir. İnsan da ancak sanatla birlikte kendini mutlu ve huzurlu hissedebilir. O açıdan emek hırsızlığı, fikir hırsızlığı gibi kavramların arkasına saklanıp mağdur edebiyatı yaparak, sanatı insanlardan uzaklaştırmaya çalışmak nafile bir çabadan başka bir şey değildir. 

Bolt...Lightning Bolt...9.58


Usain Bolt bunu da yaptı. Dünyanın gördüğü en hızlı adam Usain Bolt, dünya rekorunu bir kez daha kırdı. Hem de ne dereceyle:9.58. Dünya onu alkışlıyor. 100 m'nin en hızlı ismi, dünya ve olimpiyat şampiyonu. Onun adı Usain Bolt. Teşekkürler Bolt. Bana bir kez daha, televizyon karşısında dünya rekoru izleme zevkini tattırdığın için. 


Not:Hala inanamıyorum 9.58 koştu adam. Bu rekoru daha ne kadar daha geliştirebileceğini merakla bekliyorum. Günün olayı ''9.58'', tarihin olayı ise ''Usain Bolt''.


İşte tarihi yarış


Usain Bolt 9.58s WORLD RECORD 100m - IAAF Berlin 2009 - World Championships 100m Final -short-

MTV EMA 2009

MTV Avrupa Müzik Ödülleri bu yıl da 5 Kasım 2009 tarihinde sahiplerini bulacak. Geçen sene Avrupa'nın en sevilen sanatçısı kategorisinde Emre Aydın yarışmayı kazanmıştı. Tabi ki bu organizasyonda oylamalar internet üzerinden yapıldığı için bu birincilikler bana da pek anlamlı gelmiyor. Mesela geçen sene Emre Aydın ile aynı kategoride Leona Lewis de vardı. Şimdi dünyada bu ikiliden hangisinin albümü daha çok satılıyor ve hangisi daha çok tanınıyor diye sorsak tabi ki cevap açık ara Leona Lewis olur. Yani böyle ödülleri kazanmak gerçek başarıyı elbette yansıtmaz. Ancak yine de böyle törenleri hele de MTV yapınca oldukça önemsiyorum. Çünkü örneğin Emre Aydın şu anda bir İngilizce albüm hazırlığı içinde ve dünyaya açılmaya hazırlanıyor. Belki bu yarışma olmasaydı hiç böyle bir çabanın içine girmeyebilirdi. O açıdan her şeye rağmen sanatçılarımız destek verelim derim ben.


Bu sene de Türkiye'den hangi sanatçının bu ödülü kazanmak için yarışacağı yine bizlerin oylarıyla belirleniyor. Bu bağlamda Türkiye'den Avrupa Müzik Ödülleri'nde yarışmasını istediğiniz sanatçıya destek olabilirsiniz. Yapmanız gereken http://www.mtv.com.tr adresine girerek sayfanın sağında bulunan kutucuğa dilediğiniz sanatçının ismini yazmak.


Öneri olması bakımından ben de kendi yazdığım isimleri sizlerle paylaşayım: Bora Uzer ve Hayko Cepkin. 


Ayrıca MTV Avrupa, EMA 2010 adayları arasına Türkiye'yi de almış. Yani 2010'da bu organizasyonu ülkemizde izleyebiliriz. Haberiniz olsun.

NTV'nin Yayıncılık Skandalı

Dün, akşam saatlerinde televizyonun karşısına geçtim ve NTV'yi açtım. Çünkü birazdan Okan Bayülgen'in Senin Hikayen programı ardından da Vedat Milör'ün Tadı Damağımda adlı programı başlayacaktı. Ancak bir de baktım ki ne göreyim. Karşımda Estonya - Brezilya maçı. Halbuki bu maç NTV Spor ekranlarında olacaktı. Gün boyu dönen tanıtımlar bunu gösteriyordu. Sonra NTV Spor'u açtım orada da aynı maç. Şimdi buradan NTV yetkililerine soruyorum. Aynı kuruluşun iki kanalının, aynı maçı ortak yayınla vermesinin anlamı nedir? Kaldı ki bu maçın NTV tarafından yayınlanacağı da önceden belirtilmemişken. Hayır, NTV Spor kurulurken amaç, spor yayınlarını NTV'den NTV Spor'a taşımak değil miydi? Ama anlaşılan NTV yetkilileri daha çok izlenen NTV'de, Brezilya milli takımının Türkiye'de top koşturan iki yıldızı Dos Santos ve Elano'yu daha çok izleyiciyle buluşturmak istediler. Bence bu kesinlikle kabul edilemez bir yayıncılık anlayışı. Çünkü ortada mağdur edilen bir izleyici kitlesi var.


Dün akşama dönersem izlemek istediğim iki programın yerine bu maçın yayınlandığını görünce ben de bu maçı izlemeye koyuldum. Ancak 40. dakikada maçın yayını kesildi. Anlaşıldığı üzere teknik arıza yaşanmıştı. Sonra ikinci yarının başlaması gereken saatte NTV'yi tekrar açtım. Herhalde sorun giderilmiştir diye düşündüm. Sonuç olarak maç yayını bir 20 dakika daha verilemedi. Peki, NTV, maç yayınının verilememesinden doğan boşluğu neyle doldurdu dersiniz. Benim izlemek istediğim ve aslında o saatte o kanalda yayınlanması gereken Tadı Damağımda adlı programla. Daha sonra geçen altyazı ile maçın yayınının NTV Spor'da devam ettiğini öğrendim.


Dün akşamın geri kalanının özeti de bu. Şimdi NTV'nin bu amatörce bile sayılamayacak yayın anlayışı hangi izleyici gruplarını mağdur etti bir bakalım.


1) Senin Hikayen adlı programı izlemek isteyen izleyicileri mağdur etti. Çünkü bu program yayınlanmadı.


2) Tadı Damağımda adlı programı izlemek isteyen izleyicileri mağdur etti. Çünkü birçok izleyici maç yayınını görerek programın yayınlanmayacağını düşündü ve NTV'ye geri bile dönmedi (Bu açıdan şanslıyım. Ben de NTV'ye geri dönmeseydim arızadan dolayı tekrar yayına sürülmesi kararlaştırılan Tadı Damağımda adlı programın yeni bölümünü kaçırmış olacaktım).


3) NTV'de bu maçı izleyenleri mağdur etti. Çünkü özellikle karasal yayın kullanan, yani evinde NTV Spor kanalı bulunmayan izleyici NTV'den maçı takip etti. Maç yayının geri gelmesini bekleyen izleyici, maç NTV Spor'da devam etmektedir altyazısını okuyunca şüphesiz hayal kırıklığına uğradı.


Görüldüğü üzere bir kanalın izlediği yanlış yayın politikası böyle sonuçlar doğurabiliyor. Halbuki bu maç sadece NTV Spor'da verilseydi hiç kimse mağdur olmayacaktı. Hem NTV'deki programları izlemek isteyenler bundan mahrum kalmayacaklardı hem de evinde NTV Spor olmayan bireyler maçı NTV'den izleme şansı üzerine bir umut bağlamayacaklardı. Açıkçası yayının arızaya uğraması bize hem NTV'nin üçüncü sınıf yayıncılık anlayışını hem de hatayı hatayla örtmeye çalışan bir yönetim kademesine sahip olduğunu açıkça gösterdi.


Türkiye'de en çok takip ettiğim ve özellikle habercilik açısından takdir ettiğim NTV kanalı da bu son skandal ile iyice gözümden düştü.


Not: Bu yazıyı okuyan sevgili okur. Biliyorum ki son cümleyi okuduktan sonra içinden ''NTV senin gözünden düşse n'olur düşmese n'olur, onların da çok umurundaydı'' diye düşünüyorsun. Sonuna kadar haklısın. Çünkü ben de öyle düşünüyorum. Ama yazıyı dikkatle okuduysan sen de anlamışsındır ki böyle yayıncılık olmaz. Bu yayıncılık anlayışı Türkiye'ye yakışmıyor. O yüzden bizler böyle kararlı biçimde yanlış işleri eleştirelim ki, yapılan işler daha doğru daha dikkatli yapılsın değil mi ama)

Takvim Yaprakları

Sizce insanların yaşadığı tüm olaylara tanıklık eden yegâne şey nedir? Hemen söyleyeyim ‘‘ takvim yaprakları ’’. Ne kadar ilginç değil mi? Sizin yaşadığınız güzel bir anı ya da benim yaşadığım kötü bir olay. Takvim yaprakları bunların hepsini görebiliyor. Hayatımızla ilgili her şeyi en ince ayrıntısına kadar biliyor. Ve bunu o kadar sessiz ve derinden yapıyor ki bizler çoğu zaman farkında bile olamıyoruz onun bu özelliğinin.

 

Hani bir tabir vardır ‘‘ tarihin tozlu sayfaları ’’ diye. İşte takvim yaprakları da bana hep tarihin ‘‘ tozlanmayan ’’ sayfaları gibi gelmiştir. Çünkü takvim yaprakları yirmi dört saatte bir değişir, yenilenir. Adeta bir görev paylaşımıdır bu. Sınırsız sayıda takvim yaprağının el birliği ile çalışmasıdır. Bu yüzden asla tozlanmazlar çünkü aslolan sırasını bekleyen bir sonraki yapraktır. Ve o yaprağın amacı da görevini en iyi şekilde yerine getirip kendinden sonraki yaprağa yepyeni bir gün bırakmaktır.

 

Bu anlamda değişimin en güzel örneği olduğunu düşünüyorum takvim yapraklarının. Çünkü onlar bu değişim işini o kadar büyük bir keyifle yapıyorlar ki bize de değişmenin ne kadar zevkli ve güzel bir iş olduğunu anlatıyorlar bir yerde.

 

Az önce bahsettiğim tarihin tozlu sayfaları tabiri bu noktada bir arkadaş buluyor kendine. Belki aklınıza gelmiştir şu söz: ‘‘ Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir ’’. Evet, Heracleitus’un söylediği bu sözün ateşli bir savunucusu olarak değişimin kaçınılmaz ve gerekli olduğu kanısındayım. Bunun en büyük sebebinin de bazı biyolojik faktörler olduğuna inanıyorum.

 

10 yıl önceki fotoğrafınızdaki ‘‘ siz ’’ gerçekten ‘‘ siz ’’ misiniz? Ya da 4 – 5 yıl sonra aynaya baktığınızda gördüğünüz yüz şu anki yüzünüze tıpatıp benzeyecek mi? Hiç kuşku yok ki zaman ilerledikçe bizler doğal sürecin bir gereği olarak değişiyoruz. Ve aslında bu değişim sayesinde kendimize tahammül edebiliyoruz. Herhalde hiç kimse onlarca yıl aynı kalan, hiç değişmeyen bir bedenden sıkılmadığını söyleyemez. İşte bu biyolojik değişimler bizi hayat içindeki diğer değişim süreçlerine hazırlıyor. Değişimin gerekli ve gerçekleştiğinde ne kadar faydalı olduğunu bize anlatıyor.

 

Değişim açısından en büyük sorunun ‘‘ korku ’’ olduğunu düşünüyorum. Ne yazık ki günümüzde insanlar değişmekten korkuyorlar. Değişimin olumlu yanını göremiyorlar. Tam da bu konuyla ilgili olarak Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şu sözü aklıma geldi: ‘‘ Hiç kimse değişime karşı değildir, yeter ki ucu kendisine dokunmasın ’’. Evet, çevremizde kime sorsak hemen herkes değişimin önemli ve ne kadar yararlı olduğundan bahseder ama nedense konu kişinin kendisine gelince katı ve çekinceli bir yaklaşım ortaya çıkar. Galiba şu‘‘ kronik tembellik hastalığı ’’ burada da insanın yakasını bırakmıyor. Kişi değişim dendiğinde uzun, zorlu bir sürece gireceğini zannediyor herhalde. Bu da sonuç olarak insanı değişime karşı mesafeli olmaya itiyor. Ayrıca bu korku biraz da değişimin olumsuz sonuçlar doğurma ihtimalinden kaynaklanıyor anladığım kadarıyla.

 

Tabi ki değişim iki yönlü bir olaydır. Yani olumlu da olabilir olumsuz da. Ama olumsuz bile olsa emin olun değişmek yani yenilenmek durağanlıktan iyidir. Çünkü her değişim insana yeni olanaklar sunar. Yeni kapıların insana açılmasına yardımcı olur. Kısacası‘‘ değişim umudun tekerleğidir ’’. Eğer o tekerlek patlarsa umut yolda kalır. Ama eğer tekerlek sağlamsa umut yoluna tam gaz devam eder.


Sonuç olarak yenilenmekten asla vazgeçmeyin ve şunu asla unutmayın eğer tozlanmak istemiyorsanız takvim yaprakları her zaman yardımınıza hazır...


Not:Bu yazı benim bu sene okulda verilen bir kompozisyon ödevi için yazdığım bir yazı. Yanlış hatırlamıyorsam ben bu yazıyı yazdım ama sınıfta okuyamadım. Sonuç olarak uzun bir aradan sonra bu yazıyı okudum ve hoşuma gitti. Paylaşmak istedim. Birazcık Hıncal Uluç'luk yapmış oldum galiba(Hıncal Uluç, yeni yazı yazmadığı günlerde köşesinde eski yazılarını yayınlar. Yazının altında da bu yazı şu şu tarihte yayınlanmıştır diye yazar. Hep çok havalı bulurdum böyle eski yazıları yayınlamayı. İşte bu da benim eskimemiş, ''eski' bir yazım).

Harçlar

Bildiğiniz gibi üniversite harçlarına, son düzenlemeyle %500’e varan zamlar yapılması kararlaştırıldı. Bugün itibariyle de öğrencilerin haklı ve kararlı protestosu sonuç vermiş gibi gözüküyor. Çünkü yapılan açıklamada bakanlar kurulunun harçları yeniden görüşerek özellikle ikinci öğretimdeki zamları, tıpkı birinci öğretimdeki gibi %8 olarak belirlediğini açıkladı. Yine de nihai zammın ne olacağını, tekrar bir değişiklik yapılıp yapılmayacağını bekleyip göreceğiz.

 

Diyeceğim şudur ki ülkemizde eğitim tam bir skandallar silsilesi(dizisi) şeklinde ilerliyor. Eğitim sisteminin hiçbir kademesinin elle tutulur bir tarafı yok. Son yapılan harç düzenlemesi de gösterdi ki özellikle ikinci öğretimlerin açılmasındaki amaç üniversitelerin parasal ihtiyacını karşılamak. Böyle bir adaletsizlik olur mu? Yani devlet kendi eliyle ikinci öğretimde okuyan bireylere ‘‘sizi sömürüyoruz’’ demeye mi çalışıyor? İkinci öğretimdekilerin giriş puanı; aynı üniversitenin aynı bölümünün birinci öğretiminin giriş puanından düşük diye ikinci öğretim öğrencilerinin üvey evlat muamelesi mi görmesi gerekiyor?

 

Üniversiteler tabi ki bilim kurumları olarak belli bir parasal desteğe ihtiyaç duyuyorlar bu çok doğal. Bu noktada devlet öğrencilerden bir harç parası istemek zorunda da kalabilir bunu da anlayışla karşılarım. Ama bunu bir sömürü aracı haline getirmek, öğrencileri yolunacak kaz gibi görmek gerçekten inanılacak gibi değil.

 

Tabi bir de şunu söyleyenler var: Efendim yurt dışında alınan harçlar çok daha yüksek. Yurt dışında gelir düzeyi ne durumda peki? Türkiye’yle aynı mı acaba? Kaldı ki olayı gelir düzeyine bağlamak da yanlış. Devletin amacı, son ana kadar vatandaşını ücretsiz okutmak olmalı. Eğer devletin gücü yetmiyorsa, devlet o zaman öğrenciden az miktar (kesinlikle az miktar olmalı çünkü son yapılan düzenlemedeki gibi öğrencilerden istenen parada yani harçlarda dengesiz bir artış olursa o zaman devletin kurumunun, özel sektörün kurumundan bir farkı kalmaz) para yani harç istemeli. Sosyal devletin olmazsa olmaz anlayışı bu olmalı. Böyle olmazsa burada kaybeden kesinlikle eğitimin kalitesi olur. Eğitim böyle ucuz politikaları asla kaldıramaz.

 

Eğitimde sıkıntılar kısa vadede bitmeyecek gibi gözüküyor ama olsun. Kararlı bir şekilde mücadeleye devam.

Protestonun Yeri ve Zamanı

Türk Dil Kurumu’nun resmi sitesinde İtalyanca kökenli protesto sözcüğünün Türkçe karşılığı şöyle ifade edilmiş: ‘‘Bir davranışı, bir düşünceyi, bir uygulamayı haksız, yersiz, gereksiz bularak karşı çıkma, kabul etmeme’’. İşte bu tanım üzerinden yola çıkacak olursak protesto etme hakkı çok temel bir hak ve özgürlüktür. Çünkü demokratik düzenin olmazsa olmaz kuralı düşüncelerin özgür biçimde ifade edilebilmesi yani ifade özgürlüğüdür. Bu noktada da ifade özgürlüğünün bana göre hayat bulduğu alan, yapılan protesto(tepki) gösterileridir.

 

Ülkemizde özellikle aktivistlerin, yüklendikleri misyondan ötürü sık sık protesto gösterileri, eylemler düzenledikleri bir gerçek ve bu eylemler oldukça da yararlı. Ancak bazen protesto etme hakkımızı o kadar gereksiz ve laf olsun diye kullanıyoruz ki hayret ediyorum. Bunun son örneği de Leonard Cohen konserindeki protestocu grup. Dilerseniz olayı kısaca açıklayayım.

 

Leonard Cohen konseri öncesi bir grup, konser alanının önünde bir protesto gösterisi düzenliyor. Gösterinin mottosu(ilke söz):Leonard Cohen İsrail’e gitme. Sebep: Çünkü İsrail Filistinlileri katlediyor.

 

İsrail’in politikasına tepki vermenin yeri Leonard Cohen konseri mi olmalı? Efendim ama basın böyle organizasyonları daha sık takip ediyor. Tamam da, İsrail’in yaptığı kanlı eylemlerin lanetlenmesi üzerine gösteriler, eylemler, mitingler zaten bir süre önce yapıldı. Bu gösteriler, bütün basın kuruluşlarınca gösterildi. Demek ki olay bu değil. Mesele, galeyana gelip, protesto hakkını gereksiz biçimde kullanmaktan ibaret. Şimdi kalkıp da Leonard Cohen’in İsrail’e gitmesini istememek ve eğer Cohen İsrail’e giderse, Cohen’in İsrail yandaşı olduğunu söylemek çok çocukça değil mi?

 

Leonard Cohen bir sanatçı. Yaptığı sanat dalının adı da müzik. Bir sanatçıdan bu kadar politize olmasını(politikaya bulaşmak) ve buna bağlı olarak dünyanın belli ülkelerinde konser vermemesini istemek açıkçası önce sanata saygısızlık.

 

Ne yazık ki bu kadar önemli bir hak gereksiz alanlarda heba ediliyor. Ondan sonra da protesto gösterileri düzenleyen gruplar doğal olarak sevimsiz ve itici olarak nitelendiriliyor. Neyse ki ülkemizde böyle gereksiz protesto gösterilerinin yanında, şu günlerde nükleer enerji santralleri ve harçlar konusunda, yeri ve zamanı doğru seçilmiş, işe yarar gösteriler de yapılıyor.

 

Dilerim insanlar bir şeyleri protesto etme ve gösteri düzenleme haklarını daha bilinçli olarak kullanabilirler.

Keserim '' Topunuzu ''

Haber1: Osmaniye'de, pikniğe giden iki aile arasında "kaçan top" nedeniyle çıkan kavgada 1 kişi öldü, 2'si ağır 14 kişi yaralandı.


Haber2: Batman'da top oynayan çocuklar arasında çıkan tartışmaya aileleri de katıldı. Pompalı tüfeklerin konuştuğu kavgada 3 kişi öldü 50 kişi yaralandı


Geçtiğimiz hafta bu iki haber bir gün arayla basına yansıdı. İki haber de gerçekten insanın tüylerini diken diken ediyor. Bu haberleri ilk duyduğumda şunu düşündüm. Biz nasıl bu hale geldik? Nasıl oldu da hoşgörünün yıllarca hüküm sürdüğü bu topraklarda top oynamak cinayet sebebi haline geldi? Dilerseniz olayları irdeleyerek bu sorulara cevap arayalım.


İki olayın da özünde top oynamak yatıyor. Peki gerçekten bu böyle mi? Yani bu insanlar birbirlerini top oynama yüzünden mi öldürdüler yoksa öfkelerini kusacak yer arıyorlardı da o sırada oynanan top buna bahane mi oldu. Tabi ki ortada gerçek sebep top oynama falan değil. Hiç kuşkusuz olayın kahramanlarının bir öfke psikolojisi içinde oldukları ve fitili ateşleyecek bir anı bekledikleri açık. 


Aslına bakarsanız bu top oynama meselesi Türk toplumunda hep bir öfke dışavurumu olarak karşımıza çıkmıştır. Zaten başlıktaki ''keserim topunuzu'' lafı da özellikle mahalle arasında top oynayan ve gürültü yapan çocukları tehdit ederek, onların ses yapmasını engelleme amacıyla yıllar yılı söylenmiştir(Günümüzde bu lafın hala bir yerlerde, özellikle mahallenin yaşlı ve sessizlik isteyen kişileri tarafından söylendiğini düşünmekle birlikte son dönemde artık böyle laflar işitmediğimi söylemek isterim. Belki de artık mahalle aralarında eskisi kadar çok top oynanmadığı için de bu lafı duymuyor olabilirim).


Ancak bu iki olay bize gösteriyor ki topunuzu keserim lafı 2009 yılı Türkiye'sinde şekil değiştirmiş. Yani sözcükler aynı ama anlam farklı. Özellikle ''keserim''in anlamı değişmemiş ama ''topunuzu'' kelimesi gerçek anlamından çıkıp ''hepinizi'' haline gelmiş. Bunun yansıması olarak da iki olay sonucunda kesilen toplar değil insanlar olmuş.


Açıkçası dünyanın başka yerlerinde böyle bir olayın olabileceğini düşünmüyorum. Yani iki çocuğun top oynamasını kana bulamak herhalde ne yazık ki sadece kendi ülkemizde duyabileceğimiz bir olay. Bence bu olayları incelerken insanlarımızın nasıl bu kadar mutsuz olabildiklerini sorgulamamız lazım. Ne demek istediğimi birazdan daha iyi anlayacaksınız.


Kendini mutlu hisseden bir insan bırakın top oynama bahanesini herhangi bir sebepten cinayet işler mi? İşler ama psikopatsa işler. Yoksa sağlığı yerinde olan birinin mutlu olduğu anlarda sudan sebeplerle birisini öldürmesi söz konusu olamaz. O halde bu olay ve tüm cinayet olaylarının kilit noktası bir şekilde bu olayların içinde bulunan insanların mutsuz olması. Peki bu insanlar neden mutsuz?


Bir insanın mutsuz olması temel olarak iki şeye bağlıdır. Ya insan istediklerini elde edemiyordur. Ya da elde ettiklerini yeterli bulmuyordur. Kısacası birey ya açtır ya da doymamıştır. Aç bireylerin neye aç olduklarını tespit ederek bunu bir ölçüde gidermeye çalışmak devletin işidir. Çünkü bireylerin amacı devletin devamlılığı ise devletin amacı da bireylerin mutluluğudur. Tabi ki devlet tüm vatandaşların açlığını(sevgi, para, özlem çok çeşitli konularda olabilir bu açlık) sonuna kadar gideremeyebilir, hatta gideremez. Ancak bu konuda adım atmak ve mümkün olduğu kadar çok kişiye ulaşarak en azından herhangi bir konudaki açlığın giderilmesine çalışmak, açlığı giderilemeyen insanlara yönelik de psikolojik destek uygulamak devletin görevi olmalıdır. Yoksa bu tip olaylarla daha çok karşılaşılır.


Gelelim ikinci tip mutsuz insanlara. Bunlar da sözünü ettiğim gibi doyumsuzlardır. Yani ellerinde olanın kendilerine yetmediğini düşünürler. Aslında doyumsuzların bir kısmı gerçekten haklıdır. Ellerinde olan bir şeyler vardır ama bunlar yetersizdir. Ancak bir kısım doyumsuz vardır ki bunlar sadece arsızlıklarından ellerindekiyle yetinmezler. İşte bu iki farklı doyumsuz insan tipi de sonuç olarak mutsuz olduğundan bu iki tip de yanlış işlere bulaşma potansiyeli taşır. Bu iki tip insandan ilki bana kalırsa doyumsuz olmakla birlikte birlikte ''açlar'' kategorisinde görülebilir. Çünkü elinde hiçbir şey olmayan(herhangi bir konuda aşk, sevgi, para vs.) insan 0'dan 10'a çıkmak istiyorsa, elinde bir şey bulunan insan yani ''haklı doyumsuz'' diye nitelendirdiğim insan da 10'dan 20'ye çıkmak istemektedir. Yani iki tip de 10 birim fazlaya ihtiyaç duymaktadır(Burada anlatmak istediğimi rakamlar üzerinden ifade ederek bir somutluk yakalamaya çalıştım. Yani 0 ile 10 arasındaki farkın 10 ile 20 arasındaki farka ''eşit'' olduğunu anlatmaya çalıştım. Burada vurgulanan nokta iki bireyin ihtiyacı olan şeyin ''eşit miktarda'' olmasıdır).  Bu açıdan ikisinin de bir farkı yoktur aslında. Sadece ikincisi biraz daha şanslıdır o kadar. O açıdan ''haklı doyumsuzlar'' olarak kategorize edilebilecek insanlar bana kalırsa ''aç insanlar'' kategorisindekilerle aynı psikolojik desteği devlet tarafından almalılardır.


Haksız doyumsuzlar olarak nitelendirebileceğim bir grup insan ise bence devletin kontrolünden de çıktığı için devletin yapacağı, bu insanları kontrol altında tutmaya çalışmaktan başka bir şey olamaz (Çünkü bu insanlar ne yazık ki doyum sınırına ulaşmış olmalarına rağmen daha fazlayı istemektedirler ve kendi mutsuzluklarını dış etkenler değil bizzat kendileri yaratmaktadır).


Bütün bu yukarıda sözünü ettiğim kavramlar aslında sorunun mutsuz insan sayısını azaltarak çözülebileceği tezi üzerine ortaya attığım fikirlerdir.


Kısa Özet


Şunu biliyorum ki yazı biraz karışık oldu. Bunun yanı sıra anlatmak istediklerimi kendi oluşturduğum kavramlar üzerinden ifade ettiğimden yazının rahat anlaşılabilirliği biraz gözardı edilmiş olabilir. Özet olarak şunu söylemek isterim. Bu iki haber aslında mutsuz ve öfke kontrolünden bihaber insan portresinin çok açık bir yansımasıdır. Bu açıdan bireyin mutsuz ve öfkeli olmasına yol açan faktörler bulunur ve çözülürse ya da bu etkenler çözülemese bile bireye psikolojik destek sağlanırsa en azından birey daha mutlu ya da daha ''sakin'' bir ''mutsuz'' olarak hayatına devam edecek ve böyle cinayet olayları yaşanmayacaktır. 


Hepinize daha ''mutlu'' günler dilerim.


Not1: Özellikle Japonya'da mutsuz bireylerin sayıca çokluğu beraberinde intiharları getirmektedir. Buradan anlıyoruz ki  farklı coğrafyalarda insanların mutsuzluklarının dışavurumu farklı şekillerde olabilmektedir. Mutsuz birey kimi zaman başkasına kimi zamansa kendine zarar vermektedir. O açıdan ülkemizde yaşanan bu tür absürt olayların başka ülkelerde yaşanmaması mutsuzluğun o ülkelerde olmadığı anlamına gelmez. Mutsuzluk aynı mutluluk gibi evrensel bir kavramdır. Tüm ülkelerde mutlu insanlar olduğu kadar mutsuz insanlar da vardır.


Not2: Yazıya alamadığım bir bilgiyi paylaşmak isterim. The New Economics Foundation'ın her yıl yaptığı en mutlu ülkeler araştırmasının 2009 yılı sonuçlarına göre ilk sırada Kosta Rika bulunmakta. Daha önce bu araştırmada Avustralya'daki yanardağ adası Vanuatu da en mutlu ülke olarak gösterilmişti (2006 yılı). Bu seneki listede Türkiye 81. sırada yer alıyor. 

Cübbeli Ahmet Hoca Televizyon Ekranında

Avrupa Yakası yayın hayatına nokta koydu. Çok Güzel Hareketler Bunlar sezon finali yaptı. Beyaz Show ve Disko Kralı da yaz tatiline girdi. Cem Yılmaz, Ata Demirer ve Şahan Gökbakar üçlüsü de pek ortalarda gözükmüyor. İşte meydan bu kadar boşken ortaya Cübbeli Ahmet Hoca çıktı. Habertürk ekranlarında iki hafta arayla Teke Tek ve Teke Tek Özel programlarına konuk olan Cübbeli Ahmet Hoca esprili ve mizahi üslubuyla ben dâhil birçok insanı gülme krizine soktu. Bu iki programdan önce aslında Cübbeli Ahmet Hoca’nın videoları internette dolaşmaktaydı. Ancak Cübbeli Ahmet Hoca yaklaşık 5,5 saat süren bir programda, daha geniş bir kitleye hitap ederek bence popülaritesini ikiye katladı. Şuna eminim ki Cübbeli Ahmet Hoca bu performansla bir televizyon programı yapsa rating listelerinde kesin olarak ilk sıralara yerleşir.

Açılım

Türkiye’de son günlerde en çok duyduğunuz kelime hangisi? Benimki ‘‘açılım’’ mesela. Bu açılım kelimesi bir de arkadaşlarıyla birlikte geziyor çoğu zaman. Ermeni açılımı, çarşaf açılımı, türban açılımı, Kur’an kursu açılımı, metalci açılımı, demokrasi açılımı, meslek lisesi açılımı ve son olarak Kürt açılımı. Bunlar sadece siyasi arenada duyduklarımız. Bu açılım kelimesi artık günlük yaşama da sıçradı. Mesela bu sabah bir programda bir öğretim üyesi üniversitelerde Avrupa Birliği bölümlerinin açılmasıyla ilgili bir ‘‘açılım’’ yapıldığını söyledi. Yahu ne çok açılım yapılacak konu varmış şu ülkede, haberimiz yok. Hayır, açılımlar bir işe yarasa yine laf söylemeyeceğim ama içi doldurulmaya çalışılan boş söylemlerle hiçbir sorunun çözülemeyeceği hala anlaşılamadı ben ona üzülüyorum.

Sanal Reklam

Son olarak dün oynanan Fenerbahçe – Beşiktaş süper kupa finalinde beni çileden çıkardı şu sanal reklamlar. Maçı mı izleyeceğiz, sanal reklamı mı belli değil? Hele dünkü reklam sıklığı, Fox’un yeni futbol programı başlamadan, beni o programdan da Fox kanalından da soğuttu. Lütfen şu sanal reklamları futbol sahalarından ve mümkünse hayatımızdan çıkarın. İstemiyoruz yahu zorla mı?

Become A Fan Of God…Yersen…

Facebook’ta geçen gün gezinirken yanda bir yazı. ‘‘2 friends are fans’’. Neyin fanıymış peki bunlar Allah Yolu’nun. Yani anlayacağınız Facebook’ta Allah Yolu’na fan sayfası açılmış. Bunun üzerine inceledim. Facebook’ta sadece Allah Yolu’nun değil bizzat Allah’ın ve Hz.Muhammed’in de fan sayfası açılmış durumda. Bu sayfaları ve bu sayfaların üye sayılarını görünce acaba başka uluslardan, dinlerden de böyle sayfalar açmakla uğraşmış kişiler var mı diye baktım. Varmış. ‘‘God’’ yani ‘‘tanrı’’ adına açılan fan sayfasının 2.5 milyon civarında üyesi var. Yine Hz. İsa’nın da Jesus olarak açılmış fan sayfaları var. 


Şimdi bu durum zaten yeteri kadar gülünç. Mantıklı olan şey bir fan ya da hayran sayfasının bir oyuncu, sanatçı ya da ünlü biri için açılmış olmasıdır (Bu cümleyi yazmak zorunda kaldığıma inanamıyorum). Ancak anlaşılan insanların canı çok sıkılıyor ki böyle ilahi unsurların kahramanı olduğu, saçma sapan sayfalarla ilgileniliyor. 

Bobby Robson Yaşamını Yitirdi

Evet kısa süre önce geçilen habere göre büyük futbol efsanesi, İngiltere'nin yetiştirdiği en büyük futbolculardan Sir Bobby Robson yaşamını yitirdi. Robson uzun süredir kanser tedavisi görüyordu. Robson, özellikle İngiltere'nin 1990 yılındaki Dünya Şampiyonası'nda yarı finale çıkmasında büyük rol oynamıştı. Futbol dünyasının başı sağolsun.