Bobby Robson Yaşamını Yitirdi

Evet kısa süre önce geçilen habere göre büyük futbol efsanesi, İngiltere'nin yetiştirdiği en büyük futbolculardan Sir Bobby Robson yaşamını yitirdi. Robson uzun süredir kanser tedavisi görüyordu. Robson, özellikle İngiltere'nin 1990 yılındaki Dünya Şampiyonası'nda yarı finale çıkmasında büyük rol oynamıştı. Futbol dünyasının başı sağolsun. 

Galatasaray'ın Yükselen Marka Değeri

Galatasaray herhalde son günlerde en çok konuşulan camia. Özellikle Galatasaray futbol şubesi; formasından transferlerine, yöneticilerinden, Avrupa maçlarına kadar birçok konuda basını meşgul etmekte. Dilerseniz gelin Galatasaray'ın bu yükselen marka değerine birlikte göz atalım. Ben de bir Galatasaraylı olarak Galatasarayımın büyüklüğünü gururla sizlere sunmuş olayım.


Efendim gördüğünüz üzere kendimi Galatasaraylı olarak nitelendirdim. Aslına bakarsanız bu nitelendirme bir zamanlar sadece Galatasaray Lisesi ya da eski adıyla Mekteb-i Sultani'den yolu geçmiş olanlar için kullanılıyordu. Ta ki Galatasaray Spor Kulubü kurulana kadar. Tabi spor kulübünün kurulmasıyla birlikte ve futbol şubesinin de açılmasıyla Galatasaraylılık lise bahçesinden çıkıp evrensel bir boyuta ulaştı. Bugün hala gerçek Galatasaraylılığın liseli olmak olduğunu düşünen bir zihniyet olsa da Haldun Üstünel örneği işin lisede bitmediğini bizlere açıkça göstermektedir (Buna karşılık Galatasaray Lisesi'nden -mezun, öğrenci, öğretmen ya da veli ne sıfatla olursa olsun- yolu geçmiş herkese büyük saygım vardır. Galatasaray Lisesi'nin Türkiye'nin en prestijli eğitim kurumlarından biri olduğu su götürmez bir gerçektir).


Galatasaray markası yıllar içinde, lokomotifi futbol şubesi olan bir ilerleme kaydederek ve kazanılan uluslararası başarılarla bugünlere geldi. Ancak özellikle son dönemde futbolda yaşanan sıkıntılı ve durgun dönem Galatasaray markasının Uefa Kupası'nı kazandığı günlerden uzaklaşmasına yol açmıştı. Ve bu sezon teknik direktöründen, oyuncusuna Galatasaray camiasına katılan önemli isimler, adeta 2000 yılındaki Avrupa zaferinin yarattığı etkiyi yeniden yarattı. Açıkçası Uefa Kupası'nı müzemize götürdüğümüz kadrodan bugüne, beni bu kadar heyecanlandıran bir futbol takımı hiç olmamıştı. Umarım futboldaki bu önemli adımlar diğer spor dallarına da sıçrar (Aslında sıçramakta ancak bu sıçrama daha da yoğun biçimde gerçekleşse hiç fena olmaz). Özellikle 2288 yıllık geçmişimize vurgu yaptığımız ve çok konuşulan mor formamızla tarihimizi yüreğimizde yaşattığımız şu dönemde, umarım Galatasarayımız her alanda yepyeni zaferlerle yine tarihi yazan tarafta yer alır.


Not1: Yazıda sözü edilen Galatasaray'ın marka değeri futbol şubesi ile sınırlı değildir. Galatasaray Lisesi'nden, sutopu şubesine kadar tüm Galatasaray camiasını kapsamaktadır.


Not2: İşbu yazı bir Galatasaraylı tarafından kaleme alındığından tarafsızlık sınırları ihlal edilmiş olabilir. E o kadar da olsun zaten.

İstanbul Cup Fiyaskosu

Türkiye ne yazık ki teniste skandallar yaşamayı sürdürüyor. Bu skandalların sonuncusu da 27 Temmuz - 2 Ağustos tarihleri arasında yapılmakta olan İstanbul Cup. Şöyle ki bu sene İstanbul Cup tenis turnuvası fevkalade zayıf bir oyuncu listesiyle açıldı. Bunun da temel sebebi turnuvanın yapıldığı zaman ve daha da önemlisi turnuvanın üçüncü sınıf, en ufak bir prestiji olmayan bir organizasyon olması. Buna bağlı olarak da özellikle bu sene turnuvada Vera Zvonareva ve Patty Schnyder dışında önemli sayılabilecek hiçbir isim yer almadı. Bütün bu sorunlara tuz biber olan ise bu iki ismin ilk turda elenmeleri oldu. Böylece turnuva tam anlamıyla bir ''çoluk çocuk'' organizasyonuna döndü. 


İstanbul Cup ile ilgili skandallar ne yazık ki bununla da sınırlı değil. İstanbul Cup'ın bilet fiyatları da şaka bile olamayacak kadar pahalı. Gelin dilerseniz fiyatları inceleyelim. Turnuvanın 29 Temmuz Günü'nde 1.kategori 55 TL, ikinci kategori 40 TL; 30 Temmuz'da ise 1. kategori 60 TL, ikinci kategori 45 TL. Bu fiyatlar çeyrek finalde 100 TL'ye, yarı finalde 150 TL'ye ve finalde de 250 TL'ye çıkıyor. Bilet fiyatlarının pahalılığıyla ilgili şöyle bir örnek vermek isterim. Geçtiğimiz günlerde yapılan Rock'n Coke festivalinde kamp+kombine bilet fiyatı yanılmıyorsam 135 TL idi. Yani bu ne perhiz bu ne lahana turşusu. Birçok ünlü grubun canlı performans yaptığı iki günlük bir  festival 135 TL, iki tane tanınmamış tenisçinin 2 saatlik finali 250 TL. Gerçekten olacak iş değil. Bunun adı ancak Tenis severlerle dalga geçmek olabilir. Şimdi buradan bütün yetkililere soruyorum: Sporcu listesi bu kadar zayıf, yılın en sıcak günlerinde yapılan, bilet fiyatları aşırı pahalı böyle bir organizasyona kim, neden izleyici olarak katılsın? Hele bir de turnuva televizyondan canlı yayınlanırken! (Bu soruyu sorarken turnuvanın izleyici sayısıyla ilgili hiçbir bilgim olmadığını hatırlatmak isterim. Organizatörler doluluğu artırmak için eşi dostu çağırıyorlarsa orasını da bilemem. Ancak şu ana kadar izlediğim maçlarda fazla sayıda boş koltuk olduğunu söyleyebilirim)


Şuna eminim ki bir ülkede sporu sevdirecek en önemli unsurlar o ülkede düzenlenecek turnuvalardır. Turnuvalar ne kadar ses getirir ve turnuvalara katılım ne kadar yoğun olursa spor dallarının popülerlik kazanması da o denli hızlı gerçekleşir. Umarım ülkemizin müzik sektöründe kazandığı ivme ve bu sektördeki gerçekten işini yapan organizatörler, spor sektörüne de sıçrar. Aksi takdirde bu ülkede spor bilincinin oluşacağı ve farklı spor dallarında büyük başarıların kazanılacağı günleri daha çok bekleriz.

Gazetelerde Keyifli Yazılar da Var

Gazetelerde bir ton ‘‘değerli’’ ve ‘‘aydın’’ yazar bir ton da ‘‘sıkıcı’’ ve ‘‘çakma aydın’’ yazar var. Bu iki grubun ortak noktası, her iki grubun üyelerinin de güncel, siyasi konuları yazmaları. Bu iki gruptaki yazarların dışında edebiyat, sanat(müzik, tiyatro vs.) ve televizyon üzerine yazan yazarlar da var. Ama asıl bir grup yazar var ki onları okuması çok keyifli. Kim mi bunlar? Günümüzün moda tabiriyle ‘‘lifestyle’’(hayat tarzı) yazarları. Bu tarz yazan yazarlar genellikle ünlü modacıların son kreasyonları, Çeşme ve Bodrum’un gözde yerleri, yurtdışı gezileri, karşı cinsi anlama yolları, yeni açılan eğlence mekanları gibi saçma(?), gereksiz(?), kültürel bir seviyesi bile olmayan(?) bir ton yazı yazıyorlar. Ve itiraf ediyorum bu yazılar benim çok hoşuma gidiyor. Evet, bu yazıları okumak o kadar keyifli ki! Aslında yanlarına koyduğum soru işaretlerinden de anlayacağınız üzere belirli bir zümrenin bu yazıları karalamak için kullandığı sıfatlar bence pek de gerçekçi değil. Neden derseniz hayattan bahsediyoruz. Hayatın içindeki her şeyden bahsediyoruz. Kendimizi sıkıcı, siyasi ve ağır konulara hapsetmek sizce hayatı kaçırmak değil mi? Bence bu eleştirileri yapanlar biraz bu yazıları anlamaya çalışsalar, bu yazılardaki samimiyeti görseler çok iyi ederler.


Ben gerçekten de hem lifestyle yazarlarını hem de yazdıkları yazıları çok sıcak, samimi ve eğlenceli buluyorum. Ayrıca bu tarz yazıları okurken hayata keyifli bir taraftan bakma fırsatı da buluyorum. 


Bu tarz yazıları bu kadar övmüşken okuduğum lifestyle yazarlarını da söyleyeyim isterim. Bu yazarların başında Milliyet Cafe yazarı Çağdaş Ertuna geliyor. Kendisini severek takip ediyorum. Yine Sabah gazetesinin Günaydın ekinde yazan Ayşe Özyılmazel, şu aralar pek okuyamasam da benim favorilerim arasında. Ayrıca Akşam’dan Tuğçe Tatari’yi de bu gruba kıyısından köşesinden ekleyebilirim. Unutmadan, fark ettim de genellikle lifestyle yazarlar hep kadın. Zaman zaman Hıncal Uluç (Sabah) ve Oray Eğin (Akşam) kendilerine has üsluplarıyla lifestyle yazıları yazıyor olsalar da şöyle kelli felli bir erkek lifestyle yazarı da bence gazetelerde derhal arz-ı endam etmelidir. Ne dersiniz? (Belki de benim okumadığım böyle bir erkek yazar vardır. Çok da incelemedim açıkçası tüm gazeteleri) 

Damacananın İçine Hapsedilmiş Cinsellik

Geçtiğimiz haftanın belki de en çok konuşulan haberi asansörde damacanayla mastürbasyon yaparken yakalanan Naci K. idi. Bu konuyla ilgili olarak söylenebilecek çoğu şeyin söylendiğini düşünmekle birlikte ben de olayı kendi açımdan değerlendirmek ve bu olayın toplumsal yanını incelemek isterim.


Öncelikle bu olay bizlere göstermektedir ki cinsellik Türk toplumunun aşamadığı en temel sorunlardan biridir. Çünkü olay, içinde barındırdığı absürtlükle birlikte bizlere, bu toplumun cinsellik konusunda ne kadar bilinçsiz ve aç olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Dilerseniz bu noktayı biraz genişletelim.


Şimdi efendim bildiğiniz üzere cinsellik dünyadaki tüm insanlar için doğuştan gelen temel dürtülerden biridir. Hümanistik yaklaşımın içinde yer alan ihtiyaç piramidine göre de ihtiyaçların en acil ve en önemli olanları açlık, susuzluk, cinsellik ve saldırganlık duygularının tatmin olmasıdır. Çünkü bu özellikler tamamıyla bizim hayvani yanımızdır. Yani bir insanın içinde bulunan ve doğuştan gelen bu üç dürtü (açlık, cinsellik, saldırganlık) pekâlâ hayvanlarda da olan dürtülerdir. Yani aslına bakarsanız bu üçlü bizi diğer canlılardan ayırmayan tam tersine onlara yaklaştıran özelliklerdir. Kısacası bizlerin en ilkel özellikleridir. Ancak gelgelelim bu temel ihtiyaçlarımız bütün ilkelliklerine rağmen demin de bahsettiğim gibi en öncelikli ihtiyaçlarımızdır.


Bugün konumuz itibariyle bu temel dürtüler ve ihtiyaçlarımızdan cinsellik üzerinde duracağız. Bu konuda açlık üzerinden örnek vermenin doğru olduğu kanısındayım. Şimdi en aç kaldığınız ve çabucak bir şeyler yemek istediğiniz anı düşünün. Böyle bir durumda amacınız en kısa sürede yemeğe ulaşmaktır değil mi? Bu süre ne kadar uzarsa o kadar sinirlenirsiniz. Sinirlendikçe tavırlarınız değişir ve bir anda kendinizi kaybedebilir ve olmadık işler yapabilirsiniz. Tabi ki bu örneği en uç noktaya götürmek mümkün. Anlatmak istediğim şey şu. Cinsellik de açlık gibi temel bir ihtiyaç olduğundan insan aynı hisleri ve gerilimi cinsel açlık halinde de birebir yaşayabilir. Bu da bizlerin böyle saçma damacana hikâyelerini duymamıza yol açar hiç kuşkusuz. Bu yine nispeten masum bir hikâye. Asıl sorun taciz ve tecavüzlerin sayısındaki artış. Hiç kuşkusuz cinsel açlık ve doyumsuzluk ve tabi sapıklık bu tip olaylara yol açıyor. Yani bu olaylar da aynı sorundan besleniyor ne yazık ki: Cinsel konulardaki cehalet.


Peki, bir ülkede toplumun cinsel açlığı nasıl giderilebilir? Toplum cinsellik konusunda nasıl bilinçlendirilebilir?


Bir kere öncelikle insanlara cinselliği yasaklayarak hiçbir sorun çözülemez. Demek istediğim internette sitelere, en ufak müstehcenlikten ötürü sansür koyarak ya da televizyondaki dizi ve filmlerin çok masum öpüşme sahnelerini bile RTÜK denetlemesine tabi tutarak, ‘‘Efendim bunlar Türk toplumunun aile yapısı ve ahlaki anlayışına aykırıdır denilerek’’ hiçbir yere varılamaz. Ne yazık ki bizim ülkemizde ise bunların hepsi yapılıyor ve insanlar açık açık cinsel cehalete sevkediliyor. 


Hâlbuki bir toplumu cinsel konularda eğitmek çok da zor ve çetrefilli bir iş değil bence. Koyarsınız müfredata cinsellik dersi. O derste öğrenciler sadece cinsellik üzerine, sınava tabi olmayacakları bir eğitim alırlar. Böylece öğrenciler ilk başlarda utansalar da sıkılsalar da bir şeyler öğrenirler cinsellik üzerine. Hatırladığım kadarıyla bazı özel okullarda bu dersler bir dönem verilmişti. Ancak herhalde bu dersler öncelikle hocaları yıpratmış olacak ki şu anda bu derslerin esamisi bile okunmuyor. Evet, eğer bu dersleri koyacaksanız müfredata, öncelikle dersi, utanıp sıkılmadan ve eşiyle geçen gece neler yaşadığı, ders sırasında aklına takılmayan hocalar koyacaksınız dersi vermesi için o ayrı bir konu (yanlış anlaşılmasın malum, konu cinsellik olunca dersi veren hoca kendi cinsel sorunlarına takılır falan ders derslikten çıkar o zaman)


Yani demek istediğim madem okulların bizlere bir şeyleri öğretme gibi bir amacı(misyonu) var, cinselliği de öğretsin o zaman okullar bize. En azından deneyelim bu yöntemi olmazsa başka yollar ararız. Yeter ki deneyelim.


Tabi bence okullardan daha önemli olan bireyin doğru kaynaklardan cinselliği kendi kendine öğrenmesidir. Bu noktada da her türlü ayrıntıyı yaş gruplarına göre belirli düzeylerde işleyen cinsellik ansiklopedileri çıkarılır ve bunlar okullarda öğrencilere ücretsiz olarak dağıtılır. Ayrıca olgun yaşa gelmiş ancak hala cinsellik üzerine çokça yanlış bilgisi olan insanlar için de ‘‘doğru bilinen yanlışlar’’ diye bir ansiklopedi ya da ne bileyim bir kitap hazırlar dağıtılır ücretsiz olarak (bu tarz yayınların örnekleri var ama ne yazık ki yaygın seviyede değil)


Bunların dışında son olarak televizyon ekranı da cinsellik üzerine geniş kitleleri bilinçlendirmek için uygun bir araç bence. Hatta bununla ilgili olarak Fransız Un Gars Une Fille dizisinin Türk sürümü(versiyonu) olan ve benim de ilgiyle izlediğim Bir Kadın Bir Erkek bile, konu alanı biraz geliştirilerek, bireyleri komedi sosuyla bezenmiş bir cinsellik anlayışıyla aydınlatabilir.


Gerçek şu ki bütün çözüm önerilerim aslında çok geç kalmış adımların ardından ancak son bir çırpınış olarak kalıyor. Üzgünüm ama açıkçası bu konuda çok da büyük bir umudum yok. Çünkü biliyorum ki bütün bu düzenlemeleri yapacak insanların öncelikle kendi cinsellik anlayışlarını düzeltmeleri gerekiyor. Ve şunu da biliyorum ki bu ülkede cinsellik diyince mantıklı şeyler söyleyebilecek siyasetçi sayısı ne yazık ki bir elin parmaklarını geçmez. İyisi mi biz hayal gücümüzü geniş tutalım. Olur da birkaç gün sonra damacanadan daha enteresan bir nesne önümüze çıkarsa şaşırıp kalmayalım diye.

''Daha Güvenli'' F1

F1’de Macaristan Grand Prix’sinin sıralama turlarında ilginç bir kaza yaşandı. Rubens Barrichello’nun aracından savrulan amortisör yayı yüksek hızla, arkadan gelen Felipe Massa’nın kaskını parçalayarak yüzüne isabet etti. Aracın kontrolünü kaybeden Massa, ancak bariyerlere çarparak durabildi. Kazada ağır yaralanan Massa’nın hayati tehlikeyi atlattığı açıklandı. 

Gerçekten çok üzücü ve yürek hoplatan bir kazaydı. Bu kaza hiç kuşkusuz F1 severlere bir an Ayrton Senna’yı hatırlatmış ve ‘‘Bir Brezilyalı daha mı?’’ sorusunu akıllara getirmiştir. Neyse ki korkulan olmadı ve Massa, yarışlara dönmesi şu an için şüpheli de olsa sağ salim aramızda. 

Bu kazayla birlikte şöyle bir düşünceye kapıldım. F1 dünyanın en tehlikeli sporlarından ve ne kadar önlem alırsanız alın biri bir kaza yapmadan, o kazanın oluşmasına yol açan olayla ilgili önlem almak pek de öngörülebilir bir durum değil ne yazık ki! Yani üzücü ama F1’in güvenlik koşullarının iyileştirilmesi maalesef yapılan kazalara bağlı. Bu da motor sporlarının kötü kaderi olsa gerek.

Yeni Anket

Sayfanın hemen sağında yeni anketimizi görmektesiniz. Aslında bir süredir bloga nasıl bir anket koysam diye düşünüyordum. Bu sabah aklıma ideolojiler üzerinden bir anket oluşturma fikri geldi. Wikipedia'dan -izmler listesini açtım ve bütün -izmleri (yani ideolojileri ya da düşünce sistemlerini ya da akımları işte her neyse) inceledim. Gerçekten sandığımdan çok -izm olduğunu gördüm. Açıkçası içlerinden bazıları bana garip geldi. İşte ben de bu garipsediğim -izmleri aldım ve ankete koydum. Aman yanlış anlaşılmasın amacım hiçbir ideolojiyi kötülemek ya da aşağılamak değil. Maksat eğlence olsun. Zaten ankete hiçbir -izmi gereksiz bulmayanlar için de bir seçenek yerleştirdim. Bakalım anketin sonucu ne çıkacak. Bekleyip göreceğiz (klişeyi de eklerim böyle yazının sonuna).

YÖK, Meslek Liseleri ve Değişen Sınav Sistemi

YÖK, dün yaptığı toplantı sonucunda farklı katsayı uygulamasının kaldırılmasına karar verdi. Böylece üniversiteye girişlerde meslek liselilerin ve imam hatiplilerin önü açılmış oldu.

Evet dün beklenen karar çıktı ve YÖK, meslek liselilere uygulanan farklı katsayı düzenlemesini kaldırdı. Buna göre artık ÖSS'ye giren meslek liseli öğrencilerin puanları daha düşük katsayıyla çarpılmayacak. Herkesin puanı 0.15 katsayısıyla çarpılacak. Böylece meslek liseli öğrencilerin katsayı dolayısıyla puanlarında düşme olmayacak. Gelin dilerseniz işe en başından başlayıp tespitler yaparak son noktaya varalım. Yani doğrudan imam hatipleri konuşmak yerine düzenlemeyi daha iyi kavramak ve sorunlara geniş çerçeveden bakabilmek için işe ilköğretimden başlayalım. Tabi ki daha sonra da düzenlemenin siyasi ve ideolojik boyutuna değiniriz. 

İlköğretim

Evet konuya ilköğretimden başlamayı uygun gördüm. Bildiğiniz gibi ülkemizde zorunlu 8 yıllık eğitim var. Bizler öncelikle 1. sınıftan başlayarak 8 yıllık eğitim görüyoruz. Bu eğitim-öğretim sürecinde amaç öğrencilere temel bilgileri vererek onları belli bir düzeye getirebilmek. Sonuç olarak 8 yıllık eğitimin sonucunda da ortaöğretime geçmek için bir sınava giriyoruz.

Geçiş Sınavı

Geçiş sınavından kastım bugünkü SBS. Bilindiği üzere daha önceleri adı LGS idi. Sonra bu sınavın adını değiştirip OKS yaptılar. Ancak sınavın kimliği büyük bir değişikliğe uğramadı. Yakın dönemde de sınav sayısı üçe çıkartıldı ve OKS, SBS'ye dönüştü. Sınav sistemi daha iyi olmuştur, daha kötü olmuştur bunları şu anda tartışmıyorum. Sonuç itibariyle bu sınav sonucunda öğrenciler gösterdikleri başarı dahilinde belirli Türkiye sıraları elde ediyorlar. Bildiğimiz gibi sıralamada daha üst basamaklardaki öğrenciler anadolu liseleri, fen liseleri ve özel liselere; nispeten alt sıralardaki öğrenciler de düz liseler ve meslek liselerine ve tabi yine özel liselere yerleşiyorlar. Bunun da temel sebebi üst basamaklardaki öğrencilerin akademik kariyerlerine devam etmek için daha iyi eğitim veren ve yabancı dil konusunda nispeten daha donanımlı okullarda okumak istemesi. Başarı düştükçe bu tarz okullarda okuma ihtimali de azalıyor. Böylece geçiş sınavı tamamlanmış oluyor ve öğrencilerin ortaöğretime geçişi tamamlanıyor.


Şimdi bu noktada;


Soru 1) Ortaöğretime geçiş sınavında istediği başarıyı yakalayamayan öğrenci düz lise ya da meslek lisesi seçimini neye göre yapacak?


Soru 2) Bu seçim öğrenciye ne gibi avantajlar ve dezavantajlar getirecek?


Bu iki soru, konuyu daha iyi anlayabilmemiz için oldukça önemli. Gelin bu iki soruyu eski sisteme göre cevaplayalım.


Cevap 1-2) Öğrenci eğer akademik kariyere devam etme amacındaysa yani dört yıllık bir lisans programına yerleşmek istiyorsa düz liseyi seçecek. Böylece ÖSS'de puanı düşmeden gösterdiği başarı dahilinde istediği bölüme girme şansı olacak. Ancak öğrenci akademik kariyer yapmak yerine kısa zamanda bir meslek edinme düşüncesindeyse meslek lisesine gidecek. Meslek lisesine giden öğrenci liseden mezun olur olmaz ya da iki yıllık meslek yüksekokulunu bitirdikten sonra iş hayatına atılabilecek. Bu öğrencinin puanı ÖSS'de farklı katsayıyla çarpılacağından, öğrencinin 4 yıllık lisans programına girme ihtimali azalacak.


İşte bu iki sorunun cevabı eski sisteme göre buydu. Ancak burada büyük bir sorun vardı. Meslek liseli öğrencinin 4 yıllık programa girmesi zorlaştırılıyordu (katsayı aracılığıyla). Ancak bu öğrencinin bir yandan da meslek yüksekokuluna gitmek için ÖSS'ye girmesi gerekiyordu. Şimdi bu sistemde bana göre büyük bir yanlış var. Yanlış şu eğer meslek liseli bir öğrencinin 4 yıllık lisans programına yerleşmesini sistem uygun görmüyorsa (katsayı düşük çünkü) bu öğrenciyi hiç sınava sokmayacak. Ne demek istediğimi daha iyi anlayabilmek için gelin eski sisteme göre düşündüğüm bu yöntemi daha da basitleştirelim.


Sınav sonucunda meslek lisesi seçen öğrencilere denilecek şey şu: Sizi iki yıllık meslek yüksekokuluna girebilmeniz için kendi müfredatınızdan oluşan ve sadece meslek liseli öğrencilerin gireceği bir sınava sokacağız. Sınavda başarılı olanlar meslek yüksekokulunda okumaya hak kazanacak, başarısız olanların ise lise mezunu olarak eğitim hayatı noktalanacak. Bu öğrenciler dilerse bir dahaki sene meslek yüksek okulu giriş sınavına -dikkat ÖSS'ye değil- girebilecek. Yani meslek lisesi seçmeyenler, 4 yıllık üniversite okuma isteğinde olan kişiler ÖSS'ye; meslek lisesi seçenler ise 2 yıllık meslek yüksekokuluna girebilmek için başka bir sınava girecek. Böylece bu iki grup ortak bir merkezi sınava sokulmamış olacak. Tabi meslek liselilere sınavsız geçiş hakkı tanıyarak onları doğrudan meslek yüksekokullarına yönlendirmek de mümkün (eski sınav sisteminde olduğu gibi). Ancak sınavsız geçişten ziyade ÖSS'den bağımsız, meslek lisesinden mezun olan büyük bir kesimin kazanabileceği nitelikte, normal seviyede(soruların zorluğu açısından) bir meslek yüksekokullarına giriş sınavının daha sağlıklı bir seçim yapacağını düşünüyorum. Ayrıca böylece meslek yüksekokullarının da kalitesizleşmesi engellenmiş olur.


Efendim uygulama böyle olmuş olsaydı hem katsayı sorunu olmayacaktı hem de meslek liselilerin meslek yüksekokulu okuma şansı artacaktı. Ancak o zaman da muhtemelen meslek lisesini seçen öğrencilerin daha en baştan 4 yıllık üniversitede okuma hakkının gasp edildiği belirtilecek ve yoğun tepki gösterilecekti. 


Şimdi bu benim önerdiğim sistem. Sonuçta bu sistem uygulanmadı. Bu sistem uygulansaydı meslek liselerindeki öğrencilerin sayısı  belki de azalacaktı. İnsanlar 4 yıllık üniversite okusunlar diye çocuklarını düz liselere yollayacaktı. Bu da düz liselerin dolup taşmasına yol açacaktı. Bu da düşünülebilecek olumsuz bir ihtimal. Zaten ben de bu önerimin mükemmel olduğunu iddia etmiyorum. Ancak eğer amaç öğrencileri erken yaşta yönlendirmek ise, MEB amacının bu olduğunu söylüyorsa bence bu önerim gayet kayda değer. Ayrıca emin olun önerdiğim düzen olsaydı bugün açıkta kalan meslek liselilerin yerini meslek yüksekokulu okuyan meslek liseliler almış olurdu. Yani boş gezen insan sayısı azalır, verimli işgücü artardı.


Tabi şöyle de bir gerçek var meslek liseleri ne kadar verimli. Yani teknisyen yetiştirme iddiasında olan meslek lisesi verdiği eğitimle teknisyen mi yetiştiriyor yoksa öylesine eğitim mi veriyor. Bunun yanında öğrenciler gerçekten o mesleği sevdiği için mi o meslek lisesine gidiyor yoksa öylesine, bir lisede okumuş olmak için mi? Hiç kuşkusuz bu iki sorun da gerçekten büyük. Amaca hizmet etmeyen, kalitesiz eğitim sadece meslek liselerinde değil düz liselerde de veriliyor. Bunun yanında sadece liselerde değil üniversitede bile sevmediği bölümü zorunluluktan okuyan bir sürü insan var. Ancak eğitimdeki kalitesizlik ve yapılan zorunlu seçimler ne yazık ki şu anda değinemeyeceğim kadar uzun konular. Bugün sadece sistemi konuşuyoruz çünkü.


Ortaöğretim

Geçiş sınavı tamamlandı ve öğrenciler ortaöğretime geçti. Ortaöğretimin tamamlanmasıyla da ÖSS'ye girildi. Amaç ne? Amaç 4 yıllık lisans programına yerleşebilmek. Kimin amacı peki bu? Ne yazık sınava giren herkesin. Çünkü meslek liselilere ayrı bir sınav yapılmadı. Meslek liselilerin de ÖSS'ye girmesi sağlandı. Şimdi gerçek şu eğer bir meslek liselinin ÖSS'ye girmesine imkan tanıyorsanız ne kadar düşük katsayı uygulamasına giderseniz gidin o öğrencinin amacı 4 yıllık bir programa yerleşebilmektir. İşte bu amaç beraberinde meslek liselilere haksızlık yapıldığı anlayışını getirdi. Geldiğimiz noktada da katsayılar eşitlenerek var olduğu iddia edilen haksızlık ortadan kaldırıldı. Halbuki tekrar söylüyorum en baştan meslek liselilere 4 yıllık lisans programı yolu kapanabilir ve onlara meslek yüksekokuluna girmek için ayrı sınav yapılabilirdi. Bu noktanın üzerinde duruyorum çünkü çok kilit bir nokta. Meslek liselerinin asıl işlevinin ne olması gerektiğini görebilmemiz açısından çok temel bir nokta.


Yeni Sistem


Sonuç olarak yeni sistemde katsayı değişikliğine gidildi. Ancak yeni sistemde sadece katsayı değişikliği yok. Mesela okul puanının sınavdaki ağırlığı %21 brüt, % 16 net değerden, % 13'lere çekildi(ÖSYM Başkanı Ünal Yarımağan'ın açıklamasıdır). Bunu nasıl kabul edeceğiz peki. Okulun ağırlığı bu olursa dershaneler bundan nemalanmaz mı? Bunun yanında bir de alan dışı tercihlerde puanın düşmesi de engellendi. Bu da anlamsız bir durum. O zaman lisede bireyleri sayısal, sözel, eşit ağırlık paket programlarına sokmak yerine kredili sisteme gidilebilir. Öğrenci istiyorsa eşit ağırlıktan da dersler alır sayısaldan da. Yani o kadar mantıksız ki. Hem öğrenciye örneğin sayısal seçtiği için sadece sayısal program dersleri sunuluyor hem de sınava gelince edebiyat sosyal çözersen hukukçu da olabilirsin gibi bir kolaylık getiriliyor. Bu öğrenci dese ki ben ek olarak sayısal program derslerinin yanına coğrafya ve psikoloji de almak istiyorum. Sistem de buna onay verse o zaman anlarım. Ama öbür türlü bu öğrenci görmediği dersin sorusunu nasıl çözüp hukukçu olacak mesela (ama doğru, dershaneler var değil mi, unutmuşum).


YÖK'ün Amacı


Evet anlıyoruz ki YÖK isteseydi pekala meslek liselerinin 4 yıllık üniversite bağlantısını keserek bu liselerin amacının gerçekten meslek öğretmek olduğunu gösterebilirdi. Böylece yükseköğretimin kalitesizleşmesini de engellemiş olurdu. Ancak bunun yerine YÖK, ortaöğretimdeki her kalıbı yıkarak siyasi ve ideolojik bir hamle yapmış oldu. Ortaöğretimde okulların önemini, alan seçiminin mantığını, düz lise meslek lisesini ayrımını yok eden YÖK, bütün bunları pervasızca yaparken imam hatiplerin önünü de sonuna kadar açmış oldu. YÖK'ün amacı kuşkusuz eğitimi siyasi ve ideolojik hesapların altında ezerek bu ülkeyi çağdaş uygarlığın gerisine götürmekti ve son düzenlemeyle YÖK bunu da başarmış oldu. Zaten imam hatip liseleri son dönemde imam ve hatip yetiştirmek yerine başbakan yetiştirme misyonu yüklenmişlerdi. Anlaşılan bu düzenleme de imam hatip liselerinin bu çabalarına daha kısa yoldan ulaşmalarını sağlayacak.


Umudum Var


Biliyorum sıkıcı bir yazı oldu. Zaten ben de iki sene sonra YGS VE LYS'ye (şu adları da devamlı değiştiriyorlar yani) girecek biri olarak yeteri kadar bu sistemden sıkılmış biriyim. Amacım sadece biraz olsun gerçekleri görmemizi sağlamak. Ben yine de bu sistemin bir gün değişeceğine ve eğitimimizin içinde bulunduğu dipsiz kuyudan çıkacağına inanıyorum. Benim umudum var, ya sizin?


Not: Yazıda sistem sözcüğünün çok fazla geçtiğini farkettim. Sistem sözcüğü Fransızca kökenlidir. Bu sözcüğün Türkçe karşılığı 'ise 'düzen'' sözcüğüdür. Bilginize. (Kaynak: tdk.gov.tr) 

Les Wriggles

Bugün bahsedeceğim bir diğer grup Les Wriggles. Les Wriggles beş kişilik bir Fransız müzik grubu. Bu grup için söyleyebileceğim tek şey yaptıkları şeyin gerçekten ''sanat'' olduğu. Kırmızı elbiseleriyle sahnede müzik ve tiyatroyu bir arada sunan grup, bu güne kadar 4 stüdyo albümü çıkarmış. Grubun birçok güzel şarkısı var ama özellikle Pourquoi, Désolé Mémé ve Papillons benim favori şarkılarım.

Grubun resmi sitesi : http://www.leswriggles.com

Merak edenler için : Les Wriggles -- Pourquoi ''Canlı Performans''

Yukarıda linkini verdiğim canlı performansın 56.saniyesinde şarkının en can alıcı sözü Pourquoi Sarkozy? (Neden Sarkozy) söylenmekte ve bu söz dinleyenlerin yoğun alkışıyla karşılanmaktadır. Dikkatinize.

The Lost Fingers


Dün Dream Tv'de Billie Jean'in ilginç bir versiyonunu dinledim. Klibin sonunda şarkıyı söyleyen grubun The Lost Fingers olduğunu öğrenir öğrenmez hemen bu grupla ilgili google kaynaklı bir araştırma yaptım.


Efendim The Lost Fingers Kanada'lı üç kişiden oluşan bir müzik grubu. Yaptıkları müziğin tarzı ''gypsy jazz'' yani çingene caz/cazı olarak geçiyor. İlk albümlerini 2008 yılında çıkarmışlar. Albümün adı Lost in the 80's. Bu albümde grup, 80'li yılların bazı hit parçalarını kendi tarzında yorumlamış. Albümü dinledim ve dinlemekteyim. Gerçekten çok keyifli bir çalışma olmuş. AC/DC'den You Shook Me All Night Long da var bu albümde az önce bahsettiğim, Michael Jackson'dan Billie Jean de ve hatta Technotronic'ten Pump Up The Jam de. Grup bu yıl da Rendez-vous Rose adıyla ikinci albümünü çıkarmış. Bu albümde de grup sevilen, klasikleşmiş Fransızca parçaları yorumlamış. 


Bir blogda okuduğuma göre grubun adı geçirdiği kaza sonucu iki parmağı kullanılamaz duruma gelen ve buna rağmen gitar çalmaya devam eden efsane çingene caz gitaristi Django Reinhardt anısına The Lost Fingers (Kayıp Parmaklar) olarak konulmuş.


Sonuç olarak güzel, keyifli bir müzik yapan bu grup benim beğenimi sonuna kadar kazandı. Bu arada grubun resmi sitesini de hemen vereyim:


http://thelostfingers.com/en 


Bu sitede grubun iki albümünden şarkıları tadımlık olarak dinleyebiliyorsunuz.


Merak edenler için: The Lost Fingers -- Billie Jean ''Canlı Performans''

Başkanlar Konuşuyor

Evet Türk futbolunun başkanları bu aralar konuşmaya oldukça meraklı. Önce Aziz Yıldırım 3 yıl üst üste şampiyon olacağız dedi. Sonra dün Yıldırım Demirören biz 3 değil 5 yıl üst üste şampiyon olacağız dedi. Bu arada dün Arena'da Aziz Yıldırım, Arda ile 15 dakikalık konuşma teklifini yineledi. Adnan Polat da Aziz Yıldırım'ın Arda ile 15 dakika konuşma sonrasında Galatasaraylı olmasından korktuğunu söyledi.

Anlayacağınız 3 büyüklerin başkanları konuşuyor da konuşuyor. Bir Galatasaraylı olarak ayrım gözetmeksizin dileğim şudur : Lig başlamadan rahat rahat konuşan güzide kulüplerimizin başkanlarını, takımlarımızın Avrupa kupalarındaki başarılarından sonra konuşurken görsek daha güzel olmaz mı?

Merak Ne Güzel Şey, Güzel Şey Merak

Bir kaç gündür dilimden düşmüyor Turkcell'in son reklam filmindeki sözler : Merak ne güzel şey, güzel şey merak...


Turkcell 2008 yılında, ülkemizde 30 Temmuz 2009 tarihinden itibaren kullanılmaya başlanacak olan 3G teknolojisini tanıtım çalışmalarına başlamıştı. Bu bağlamda ilk reklam filminde, hayatındaki bütün sorunları 3G teknolojisinin ''kutsal gücüyle'' çözen bir karakter kullanılmıştı. Tabi 3G lisans alım ihalesinin sonucunda en yüksek teklifi vererek A lisansını almaya hak kazanan Turkcell asıl reklamlarını 30 Temmuz'a yaklaşırken yayınlamaya başladı. Turkcell, öncelikle 3G'nin habercisi olarak ve biraz da merak duygusunu uyandırmak adına ikinci reklam filmini ekranlara sürdü. Bu reklamda da 3G'yi simgelemesi adına Turkcell maskotunun antenlerinin sayısı 3'e çıkarıldı. Ve son olarak bir kaç gün önce de Turkcell'in bol hareketli, Hido'lu üçüncü reklam filmi ekranlarda dönmeye başladı. 


Doğru Reklamlar


Şu açık bir gerçek ki Türkiye'nin en büyük GSM(Mobil iletişim için küresel sistem) operatörü Turkcell, ekonomik gücünü reklamlarda kullanmayı çok iyi biliyor. Hayatımda hiç Turkcell kullanıcısı olmamama rağmen benim bugün aklımda kalan reklamlar hep Turkcell'in reklamları oluyorsa, burada açık bir başarı ve arka planda (bakınız ne güzel Türkçesi var, ne gerek var backgroundlara falan) ciddi bir çalışma olduğunu söylemek gerekir. Bunun yanında Turkcell'in reklamlardaki ''hitabet'' zekası da üzerinde önemle durulması gereken bir konu. Son reklamda da görüyoruz ki genç, yaşlı; iş kadını ya da köfteci hiç farketmez amaç herkese hitap edebilmek. Tüm bunları yaparken de arkada güzel bir melodiyle asıl mesajı vermek ve insanların zihninde kalıcı olmayı başarmak. Amacım Turkcell'i gereksiz yere övmek falan değil. Burada dikkat çekmek istediğim nokta Turkcell'in diğer operatörlerin bir adım önüne geçmesini sağlayan usta reklam politikası ve ekonomik gücünü ustaca kullanan başarılı bir şirket yönetimi göstermesi. Bu iki nokta gerçekten takdiri hak ediyor. Ve bence artık diğer operatörlerin de tekelleşmenin ayak seslerinin duyulduğu şu günlerde daha gösterişli işer yapması gerekiyor( hatta belki de yeni operatörlerin hayatımıza girmesi ve rekabetin artması bile gerçekleşebilir)


Güzel Şey Merak


Gelelim başlıktaki sözlere. Sözünü ettiğim son reklam filminin gerçek mesajı aslında bu sözler. Evet benim bu aralar yeni sloganım budur. Çok sevdim bu sözü. Çok sıcak, çok samimi, çok gerçek. Toplumumuzun en çok ihtiyacı olan şeyden söz ediyor belki de bu sözler. Merak etmek, öğrenmeye çalışmak, yeni şeyler keşfetmek ve aslında hayatı keşfetmek. Merak ne güzel şey, güzel şey merak...

Sanat Budur


Ekşi sözlükte hakkında girilen iki entry ile merak edip baktığım bir internet sitesi, bana ''sanat budur'' dedirten. Bir dergi tarafından ayın sitesi de seçilen bu site çok basit bir mantıkla hazırlanmış. Fonda çok hoş bir şarkı çalıyor ve siz de farenizle ya da touchpadinizle çok güzel şekiller oluşturuyorsunuz. Gerçekten hem eğlenceli hem de dinlendirici. 

Fazla bekletmeden linkini de vereyim : http://soytuaire.labuat.com

Nikola Tesla 153 Yaşında

Bundan tam 153 yıl önce 1856 yılının 10 Temmuz Günü, tarihin gördüğü en büyük dâhilerden biri, Nikola Tesla dünyaya geldi. Herhalde o gün hiç kimse, Hırvatistan'ın Smiljan köyünde doğan bu çocuğun 153 yıl sonra ''Elektriğin Efendisi'' olarak anılacağını tahmin etmemişti.

Evet bugün Nikola Tesla'nın 153. doğum günü ve böyle önemli bir günde, Nikola Tesla'nın çalışmalarına büyük sempati duyan ve geçen ders yılında dönem ödevini Nikola Tesla'nın hayatı ve çalışmaları üzerine yapmış bendenizin, Nikola Tesla ile ilgili bir şeyler karalaması gerektiğini düşündüm.


Tesla Kimdir?

                                                                   


Efendim öncelikle ''Tesla kimdir, bugün doğum günü kutlanacak kadar önemli neler yapmıştır?'' gibi soruları cevaplamaya çalışayım. Tesla Sırp asıllı bir fizikçi ve mucittir. Bana kalırsa tıp eğitimi görenler için Hippokrates ne ise elektrik mühendisleri ve fizikçiler için de Nikola Tesla odur. Nikola Tesla bir patent ve buluş arsızıdır. Tesla'nın en az 278 adet patenti olduğu bilinmektedir (muhtemelen bu sayı çok daha fazladır). Bunun yanı sıra Nikola Tesla doğru akım yerine bugün kullandığımız alternatif akımdan yararlanan ilk kişidir. İlk endüksiyon motorunu kendisi tasarlamıştır. Kendi adını taşıyan Tesla Bobini'nin mucidi de yine kendisidir. Tesla bugün bilinenin aksine radyonun ''tartışmasız'' mucididir ( zamanında yanlış öğretmişler hepimize, Marconi değil yani radyonun mucidi). Tesla ayrıca neon ışıklarını kullanan ilk kişidir. Bunlar da yetmezmiş gibi Nikola Tesla floresan ampulünün, otomobillerdeki hız göstergelerinin ve kontak sistemlerinin, radar sistemlerinin, elektron mikroskobunun ve mikrodalga fırının da esaslarını keşfeden insandır. Son olarak bugün özellikle biz gençlerin çok aşina olduğu ''wireless'' teknolojisinin mucidi de Nikola Tesla'dır. Yani anlayacağınız bugün günlük yaşamda kullandığınız birçok şey mutlaka zamanında Tesla'nın akıl almaz zihinsel yolculuğundan geçmiştir. İşte bu yüzden Tesla önemlidir ve bu yüzden tüm dünya bu büyük dâhinin doğum gününü kutlamaktadır.


Tesla Google'da


Bugün Google ana sayfasında da Tesla anısına güzel bir Google yazısı yerleştirilmiş. Yazıdaki şekil Tesla bobinini simgelemekte. Google yöneticilerini de Nikola Tesla'yı unutmadıkları için kutlayalım.


Kapitalizmin Tesla'ya Kurduğu Büyük Tuzak

                                                                                                                        


Evet nihayet bu özel gün sebebiyle asıl değinmek istediğim konuya geldik. Efendim şöyle ki Nikola Tesla yukarıda belirttiğim sayısız buluşa imza atmış olmasına karşın bizlere bir Edison bir Einstein kadar anlatılmaz. Onun yaptığı çalışmalar nedense hep gözardı edilir. İşte bu durumun arkasında kanıyla canıyla kapitalizm yatıyor. Çünkü Tesla, bir zamanlar yaptığı önemli çalışmalarla, anlaşma yaptığı şirketlerin büyük paralar kazanmasını sağlarken ve kendisi beş kuruş para kazanamazken bir süre sonra asıl amacını ortaya koyar. Nikola Tesla '' Ben bilim adına yaptığım her şeyi insanlık adına ve insanların para harcamadan büyük teknolojilere ulaşabilmesi için yapıyorum'' der (Sarfettiği bu sözlerin günümüzdeki karşılığı şu: Bedava petrol, bedava enerji). Tabi bu noktada devreye ''kapitalizm'' girer ve başta radyo olmak üzere insanların beynine Tesla yerine farklı mucitler sokar (para ve tanıtım gücüyle). 


Sonuç olarak 2009 yılında hala birçok kişi ne yazık ki radyonun mucidi sorusuna Marconi diye cevap verebiliyor. Bütün bunların ortasında da Tesla bir otel odasında, sefalet içinde öldüğüyle kalıyor.


Her Şeye Rağmen

                                                                      


Her şeye rağmen kâr mantığıyla hareket eden bu kapitalist sistemin kanını emdiği Nikola Tesla, insanların zihninden ''silinememiştir''. Bugün dünyanın çeşitli bölgelerinde doğum günü kutlanan kişinin adı Nikola Tesla'dır ve herkes için o büyük bir ''dâhi'' ve elektriğin efendisi olarak kalacaktır. Şundan eminim ki doğumunun üzerinden bir 153 yıl daha geçse bile Nikola Tesla hatırlanmaya devam edecek. Ancak öyle gözüküyor ki onu silmeye çalışan bu kan emici sistemin piyonları yıllar sonra asıl ''silinmişler'' olarak tarihte yerlerini alacaklar.

Türkiye'de Tenis

 Wimbledon Tenis Turnuvası'nı her izleyişimde Türk bir tenisçinin bir gün o büyük finalde yer almasını hayal etmişimdir. Hiç kuşkusuz bu hayalimin gerçekleşmesi de ülkemizin güzide tenisçilerine verilen destekle olacak. Ancak ne yazık ki Türkiye'de tenisin gelişmesi ve tenisçilerimizin büyük başarılar kazanabilmesi için kimse elini taşın altına sokmuyor. Bu sene Wimbledon'da çiftlerde İpek Şenoğlu, Eston partneri Kaia Kanepi ile birlikte 3. tura kadar yükseldi. Bunun yanı sıra yine genç tenisçilerimizden Marsel İlhan Akdeniz Oyunları'nda finalde kaybederek 2. oldu. Bu iki tenisçimiz gelecek için umud vadeden başarılar gösterirken İpek Şenoğlu'nun geçtiğimiz günlerde izlediğim bir röportajı beni büyük bir hayal kırıklığına uğrattı. İpek Şenoğlu sorulan bir soru üzerine bir dönem sponsorsuz kalarak Wimbledon'a gitmek için banka kredisi aldığını doğruladı. Bu sene ise Wimbledon'a sponsor desteğiyle gittiğini ancak şu an yine bir sponsorunun bulunmadığını ve görüşmelerin sürdüğünü söyledi. Ne kadar acı değil mi? Halbuki bu kadar başarı potansiyeli olan sporcularımız için sponsorların sıraya girmesi gerekir. Bu sadece basit bir örnek. Sporun farklı alanlarında da böyle sorunların yaşandığını hepimiz biliyoruz. Daha geçtiğimiz günlerde Elvan'ın Akdeniz oyunlarından sonra doping kontrolü için 25 yerine 200 mililitre kan verdiği ve baygınlık geçirdiği haberi gazetelerdeydi.


Umarım Türk tenisi ya da daha geniş bakacak olursak Türk sporu böyle skandalların içinde boğulup elindeki büyük başarı imkanlarını kaybetmez. Ve umarım yıllardır en ufak bir spor politikasına sahip olmayan, zihninde futboldan başka spor dalına yer açmayan devletimiz, durumun vahametini görebilir.

Wimbledon'ın Ardından

2009 yılı Wimbledon Tenis Turnuvası enfes maçların ardından son buldu. Bayanlarda ve erkeklerde şampiyonlar beklenilen isimler oldu. Serena Williams 4. kez Wimbledon finalinde karşılaştığı ablası Venus'ü 3. kez yenerek mutlu sona ulaşırken erkeklerde ise Roger Federer ''son seti bir maça bedel'' finalin  ardından Andy Roddick'i yenerek 6. Wimbledon ve 15. Grand Slam şampiyonluğuna ulaştı. 

Bir Wimbledon serüvenini daha noktalamış bulunmaktayız. Ne yalan söyleyeyim bu sene Wimbledon genel olarak çok heyecanlı geçmedi bence. Özellikle erkeklerde Nadal'ın sakatlığı dolayısıyla turnuvaya katılmayacağını açıklaması hiç kuşkusuz benim gibi Federer - Nadal finali bekleyen birçok tenis tutkununun hevesini kursağında bıraktı.


Yeniden Serena

Bu sene özellikle bayanlarda favorim Elena Dementieva'ydı. Özellikle son dönemdeki performansıyla turnuvanın en güçlü adaylarından olduğunu düşünüyordum. Ancak bir yandan da Williams kardeşleri finalde izleme arzum vardı. Neticede ikinci dileğim gerçekleşti ancak bu final beni pek de tatmin etmedi. Williams kardeşlerin birbirlerini daha zorlayacak hamleler yapmalarını beklerdim. Serena hiç kuşkusuz oyunuyla şampiyonluğu hak etti ancak yine de büyük bir oyun oynamadığı kanaatindeyim. Yarı finalde Serena, Dementieva karşısında ecel terleri dökerken, Safina'yı 1 saatten az bir sürede silip süpüren Venus ise finalin asıl hayal kırıklığıydı. Gerçekten beklentimin altında ve kötü bir oyun  oynadı . Ancak bu kötü oyunda Venus'ün sol dizindeki sakatlığın da büyük payı olduğunu kabul etmemiz gerekir. 


Sonuç olarak bayanlarda geçen senenin rövanşını alacağını söyleyen Serena haklı çıktı ve ablasını Wimbledon finalinde 3. kez mağlup etmiş oldu.


Şimdi gelelim erkeklere. Federer'in final macerasını konuşmaya gerek yok. Zaten turnuva başlarken hepimiz Federer'in finale çıkacağını biliyorduk. Önemli olan Federer'in finaldeki rakibinin kim olacağıydı. Bu sorunun cevabı da Andy Roddick olarak karşımıza çıktı. Tabi Andy Roddick, finale yükselirken bir başka Andy'i, Britanya'nın umdu Andy Murray'i devirdi. 


Andy Murray İskoç değil miydi?


Burada bir parantez açmam gerekli o da şu. Şimdi bu Andy Murray İskoç fakat turnuva kuralları gereği Britanya adına yarışıyor. Ancak ben yine de İngiliz seyircilerin Andy Murray'e desteklerini suni ve anlamsız buluyorum. İngiliz seyircisi Tim Henman gibi bir İngiliz tenisçiyi tabi ki desteklemeli . Ama şimdi kalkıp Andy Murray'i destekleyip başarıyı da İngiltere'ye mal etmeye çalışmak İskoçlara saygısızlık bence. Evet parantezi burada kapatmış olalım.


Roddick'in Başarısı

Finalde Andy Roddick'in performansını takdire şayan bulduğumu söylemeliyim. Bir Federer hayranı olarak son oyuna kadar servisini kırdırmayarak büyük bir dikkat ve özveriyle oynaması beni gerçekten çok etkiledi. Roddick'in de bu oyunla şampiyonluğu sonuna kadar hak ettiği gerçeğini asla gözardı etmemeliyiz. Federer'in ise bence bu maça dair yorumlanacak bir yanı yok. Şampiyonluğu Roddick kadar çok istedi, pes etmedi ve sonuçta da kazandı. Yorumlanmaya asıl değer taraf Federer'in yaptıkları, kazandığı zaferler ve geldiği nokta bana kalırsa.


Efsane Federer

Şimdi öncelikle şu soruları cevaplayalım. 15. Grand Slam'ini kazanan ve 237 hafta tenisin zirvesinde yer alan  Roger Federer dünyanın gelmiş geçmiş en büyük tenisçisi midir? Kesinlikle. Burada tartışılacak hiçbir nokta göremiyorum. Federer kendine has mucize vuruşlarıyla, enfes oyun becerisiyle tenisin estetik yönünü en iyi uygulayan tenisçilerden midir? Kesinlikle. Burada da tartışılacak bir nokta yok. Son zaferle bunların tamamı resmi olarak ''15'' sayısıyla birlikte tescillenmiş midir? Tüm tenis otoritelerine göre bu da kesinlikle tescillenmiştir. İşte tüm bunların ışığında Federer'i şu ana kadar gösterdiği performansla ve geldiği noktayla bir ''efsane'' olarak adlandırabiliriz. Tabi böyle bir efsaneyi canlı canlı izleyebilen bizler de kendimizi şanslı hissetmeliyiz hiç kuşkusuz.


Nadal mı Federer mi ?


Federer'in tenis otoritelerince de kabul edilen bir efsane olması ne yazık ki bu soruyla farklı bir boyuta taşınıyor. Federer mi Nadal mı? Yani böyle bir soruyu sormanın mantığı nedir. Nadal Federer'den daha büyük tenisçi diye iddia edenlere şaşıyorum gerçekten . Ben bir tenis izleyicisi olarak Nadal  - Federer maçlarını tabi ki heyecanla izliyorum. Federer'i en çok zorlayan ve son dönemde Federer'i en fazla sayıda mağlup eden Nadal'ı takdir ediyorum. Ancak 15 Grand Slam'lik kariyeriyle, 237 haftalık birinci basamakta kalma rekoruyla Federer'i görmezden gelip Nadal'la karşılaştırmak hangi akla, mantığa sığar sorarım size. Yazının başlarında da söylediğim gibi bir Federer hayranıyım ama karşılaştırmanın mantıksızlığıyla Federer hayranlığım arasında en ufak bir bağ yok. Nadal'ın kariyeri de bu noktalara gelsin o zaman bu soruyu bizzat ben sorarım kendime. Ancak futboldan partizan bir miras devralmış insanların bunu tenise taşımalarını da kaygıyla izliyorum.


Noktayı şöyle koyalım. Federer şu an için tenisin zirvesinde tektir. Federer'le karşılaştırılacak hiçbir faal tenisçi ''şimdilik'' olamaz.

Sayısal Verilerin Işığında Kriz Gerçeği

Türkiye ekonomisi 2009'un ilk çeyreğinde % 13.8 küçülerek, 1945'teki yıllık % 15.3'lük küçülmeden sonraki en büyük düşüşü yaşadı. Böylece krizin Türkiye'yi hangi boyutta etkilediği somut rakamlarla da açıkça görülmüş oldu.


Evet 2009 yılının ilk çeyreğinde ekonomimizdeki değişimin rakamları açıklandı. Aslında birçok ekonomi uzmanı % 11-12 civarında bir küçülmeyi zaten bekliyordu. Ancak hiç kuşkusuz beklentilerin biraz daha üstünde % 13.8'lik bir küçülme oranının çıkması Türkiye'nin krizden ne kadar etkilendiğini de açıkça ortaya koymuş oldu. 


Aslında Amerika kaynaklı bu krizin uzun süredir hayatımızın parçası olduğu bir gerçek. Televizyonlarda her gün ekonomi bültenlerinde uzmanlar ve '' uzmanımsılar '' Türkiye'de kriz başlıklı konuşmalarla sağolsunlar krizin aklımızdan hiç çıkmaması için ellerinden gelen gayreti gösteriyorlar. Peki ama sizce de kriz hakkında etrafta fazla '' boş laf '' dönmüyor mu? Ekonomi gibi sayıların hüküm sürdüğü bir alanda asıl gerçeği '' somut sayısal veriler '' söylemez mi?


İşte bu noktada Türkiye'nin ilk çeyrekteki küçülme oranı, krizle ilgili tüm yorumları rafa kaldıracak cinsten. Bu konuda fazla söz söylemenin gereği yok çünkü durum ortada. Türkiye % 13.8'lik ilk çeyrek küçülmesiyle dünya üzerinde krizi en yoğun yaşayan ülkelerden (yani teğet geçmemiş işte bu kadar açık). Tabi şimdi diyorsunuz ki efendim belki daha çok küçülen ülke vardır dünyada. E var tabi, var da... Yani kendi ülkemizi Mozambik, Togo, Somali gibi üçüncü dünya ülkeleriyle karşılaştıracak halimiz yok herhalde. Bu açıdan en doğrusu Avrupa'daki küçülme oranlarına bakmak. Bakıyorum şimdi ilk çeyrekteki küçülme oranlarına mesela İtalya % 6.0 küçülmüş. İngiltere % 4.9, İspanya % 3.0, Almanya ise % 6.9 oranında küçülmüş. Kriz Amerika'da çıktı diyoruz bakıyorum Amerika % 2.5 küçülmüş. Hadi bunlar fazla gelişmiş ülkeler diyelim. E mesela Meksika % 8.9, Singapur % 10.1, Slovakya % 6.2 küçülmüş. Yani şimdi dünyadaki veriler bu kadar açıkken hala bu durumu görmezden gelip '' dünyada krizden en az etkilenen ülkelerdeniz '' demek doğru olabilir mi?


Türkiye 2008 yılının son çeyreğinde de küçülmüştü. Yani iki çeyrek üst üste küçülmüş oldu. Bu şu demek efendim Türkiye ekonomisi resesyonda yani durgun süreçte. O zaman her şey bu kadar açıkken yapılması gereken '' bizim durumumuz iyi ya, yok bir şey, valla, iyi iyi ekonomi '' gibi söylemlerle gerçek durumu görmezden gelmek midir yoksa durumun farkına varıp bir an önce önlem almak mıdır?


Önlem almak tabi de önlem nasıl alınacak peki? Yani şimdi ne desem bilmem ki.  Önlem; içeriye dönülerek alınacak, dışa bağımlılıktan kurtularak alınacak, karma ekonomiyi adam gibi uygulayarak alınacak, kendi kaynaklarımızı işleyerek ve üretimi artırarak alınacak. Geçtiğimiz günlerde Fortune 500 listesi yayınlandı ve Türkiye'nin en çok gelire sahip 500 kuruluşu açıklandı. İlk 5'te hangi kuruluşlar var. Tabi ki petrol ve enerji sektöründeki kuruluşlar. Tüpraş, Botaş, Tedaş, Petrol Ofisi ve Shell & Turcas Petrol. E şimdi siz enerji ve petrol gibi olmazsa olmaz iki kalemde dışa bağımlı olursanız ne olur? Ekonomik açıdan sıkıntı yaşarsınız tabi ki.


Sonuç olarak Türkiye ekonomisiyle ilgili tablo aslında açık ve net. Umarım güçlü bir ekonomimiz olduğunu ve Türkiye'nin bu ekonomik potansiyelle geleceğin süper güçleri arasında olacağını söyleyenler, halka suni güven aşılayarak siyasi rant elde ederken öncelikle ekonomimizi dışa bağımlılıktan kurtarmamız gerektiğini ve artık birilerinin dayatmalarıyla yürüyen bir ülke olmaktan derhal çıkmamız gerektiğini idrak edebilirler. 

Son Dakika

Efendim bu aralar özellikle haber kanallarında sıkça rastladığımız     '' son dakika '' lara taktım. Eskiden haber kanalları bir haberi son dakika olarak duyururken çok daha duyarlıydılar. Televizyon karşısında izleyenler son dakika uyarısını görüp altta yazan yazıyı okuduklarında gerçekten de önemli bir gelişme olduğunu görüyorlardı. Şimdiyse öyle mi? Ülkemizin gündemi bu kadar yoğun olunca elleri alışan haber kanalları her haberi son dakika, sıcak gelişme, aman yarabbi gibi garip ünlemlerle vermeye başladılar. Böyle olunca da son dakika olarak verilmesi gereken gerçekten önemli haberlerin esprisi bir anda ortadan kalkmış oldu. Artık izleyici olarak bizler de son dakika gördüğümüzde heyecanlanmak yerine gazetemizi okumaya devam ediyor, televizyonun sesini açmaya bile kalkışmıyoruz. 


Lütfen ülkemin güzide haber kanalları böyle yapmayınız. Biz o eski, heyecanlı ''son dakika'' haberlerini geri istiyoruz. Son dakika yazısını ekranda gördüğümüzde kalbimiz daha hızlı çarpsın, tansiyonumuz yükselsin istiyoruz. Lütfen bizi bu duygudan mahrum bırakmayınız.