Sansür ve Linç Kültürü İlişkisi

Dikkat ettiniz mi? Sansürün pervasızca hüküm sürdüğü toplumlarda hemen bir linç kültürü geliştiriliyor. Yani bir şeyleri sansürlemek yetmezmiş gibi o şeylere birilerinin saldırması sağlanıyor. Görmemiz istenmeyen şey önce bizden koparılıyor. Sonra da o şey parçalanarak imha ediliyor. Böylece sansürün ikinci ve asıl adımı yani sansürü meşrulaştırarak insana ait değerleri unutturma, toplum zihninden silme ve böylece dayatmacı zihniyetin ve tek tip yaşam tarzının temellerini atma işlemi gerçekleşmiş oluyor.


İşte bu süreci yaratan da sansür ve linç kültürü arasındaki güçlü bağ. Gelin dilerseniz aradaki bu kuvvetli ilişkiyi bulmaya çalışalım.


Gerçek şu ki linç kültürü aslında sansürün en büyük koruyucusudur. Çünkü sansür temelde iki şeyi amaçlar. Bunlardan biri insanın kendine ait değerlerinden uzaklaşarak kendine yabancılaşmasına neden olmaktır. Diğeri ise öteki kavramını adeta öcü gibi göstererek insanı, sadece kendi yaşam tarzının hüküm sürdüğü ve farklı hayatların ölüme mahkum olduğu bir dünyanın varlığına inandırmaktır. İşte sansür bu iki amacı gerçekleştirme noktasında doğrudan linç kültürüne başvurur. Linç kültürü ise bu noktada insanın kendi özgüvenini yitirmesine ve kendisini başkalarının koruması altında yaşamaya mecbur hissetmesine yardımcı olur. Yani insanları, kendi değerlerini tanımaktan uzak, gerçekleri göremeyen ve kendi başına karar veremeyen ihraç fazlası zombilere dönüştürür. 


Sansür ve linç kültürünün birlikte hareket ederek ulaşmak istedikleri yer hiç kuşkusuz özgürlük kavramının silindiği ve güçlünün kendi yaşam tarzını dayatarak bütün pişkinliğiyle yaşayacağı bir dünya oluşturmaktır. Bunun gerçekleşmesi ise insanın bir kum tanesinden daha değersiz hale gelmesinden başka bir şey değildir. 


Sonuç olarak sansür ve linç kültürünün amaçladığı her şey insanı yok etmeye yöneliktir. Buna dur demesi gerekenler ise kendi özünü ve yaşadığı toplumun ruhunu korumaya sevdalı insanlardan başkaları değildir. Günümüzde yaşanan örnekler bu yok oluşa dur deme gayreti içinde olanların başının çok ağrıdığını açıkça göstermektedir. Ancak yine de bu insanlar, insanlık onurunun kurtarılması adına, yedikleri küfürlerle doğru orantılı olarak gösterdikleri özveriyle takdiri sonuna kadar hak etmektedirler.

Okullar Açıldı, Saçmalıklar Başladı

Güzide eğitim sistemimizin en temel halkası, sevgi pıtırcıklarını yetiştirme merkezi, disiplin ayağına özgür düşünceye ket vuran zihniyetleri barındıran büyük oluşum, ihraç fazlası zombi yetiştirmeye meraklı dev fabrikalar kısacası okullar, 24 Eylül 2009 Perşembe günü itibariyle resmi olarak açıldılar. Vatana millete hayırlı olsun.


Yine her zamanki gibi çarpık eğitim sisteminin bir yığın kötü sonucuyla ve MEB'in kendi adıyla çelişen düzenlemeleriyle dolu bir eğitim-öğretim dönemi geçireceğimiz daha ilk günden anlaşıldı. Ben de bu vesileyle bu sene ne gibi saçmalıklarla yeni eğitim-öğretim dönemine girdik kısaca onlardan bahsedeceğim.


1) Servis araçlarının yaşı 20'ye çıktı 


Güzide eğitim dünyamızda bu sene yaşanan ilk saçmalık servis araçlarının yaşı. Önceleri 12 yaşından büyük servis araçları kullanılamıyordu. Ancak son düzenlemeyle bu yaş 20'ye çekildi. Bu konuyla ilgili İstanbul'dan sorumlu bir yetkiliyi dinledim. Biz İstanbul ili olarak servis araçlarının yaş sınırını 10 olarak belirledik dedi. Anladığım kadarıyla bu düzenleme Büyükşehirlere özgürlük tanıyormuş. E sormak lazım mesela Uşak'ta okula giden öğrencinin suçu ne. O niye 20 yaşında araçla, hayati tehlike altında okula gidiyor ? Gerçekten anlamak çok zor. Yoksa zor değil mi? Bu servis araçlarının plakaları falan var hani. Onların da bir ticari değeri var. E şimdi sınır 20 yaşına çıkınca plakaların değeri daha çok artacak falan. Neyse işte anladınız siz onu.


2) Servis elemanlarının yaşı en az 20, eğitim düzeyi ise en az ilkokul mezunu olacak


Bu düzenlemeyle ilgili aklıma şu geliyor. Acaba ilkokul servislerinde öğrencilerin kendi seviyelerinde bilgi düzeyi olan kişilerle haşır neşir olmaları, pedagojik açıdan öğrenci gelişimine bir katkı mı sağlıyor? Çünkü bu düzenlemenin de başka açıklaması yok. Şunu merak ediyorum. Mesela 3.sınıf öğrencisi, servis görevlisiyle konuşurken, servis görevlisi ben ilkokul mezunuyum dese o çocuk içinden '' bak ilkokul mezunu iyi kötü bir işte çalışıyor ben de 2 yıl sonra bırakırım okulu'' falan diye düşüncelere kapılmaz mı? Belki de kapılmaz. Ama bu, ortadaki anlamsızlığı değiştirmiyor. O zaman okullarda da ilkokul mezunu sınıf öğretmenleri olabilsin. Ne farkı var onunla bunun. İki durumda da öğrenciyle kurulan bir iletişim  ve sosyal bağ var. Ya da o zaman okulda hiç okumamış insanlar da servis elemanı olsun. Ne yani ilkokulu bitirince, işi hak etme vasıflarına sahip mi olunuyor.


3) Ders saatlerinde değişiklik yapıldı


Bu da yine bu sene yapılan çok ''anlamlı'' bir değişiklik. Bu değişiklikle birlikte çoğu lisede ders saati sayısı arttı. Şimdi bu düzenleme çok konuşulacak taraflar içeriyor. Şöyle ki Tebliğler Dergisi'nde yayınlanan resmi ders çizelgesine göre genel liseler (düz lise) haftada 30 saat, meslek liseleri ise 40-45 saat (türüne ve sınıfına göre değişiyor) ders görecek. Bir kere birinci adaletsizlik burada ortaya çıkıyor. Son yapılan düzenlemeyle katsayı farklarının ortadan kalkması en çok meslek liselerine yaradı. Ancak meslek liselerinin bu ders saatleriyle genel liselerde okuyanları geçmesi çok zordu. Anadolu ve Fen liseleri öğrencileri zaten sınavla okullarına girdikleri yani seçilmiş oldukları için meslek lisesi öğrencileri, bu okulların öğrencileriyle zaten bir rekabet içine giremezdi. O zaman da meslek liseleri değişen katsayıya rağmen sınavda istediği başarıyı gösteremeyecekti. Şimdi ne oldu? Ders saati artan meslek liseleri açıklarını kapatma ve YGS ile LYS'de genel liselerdeki öğrencilerin önüne geçme şansı buldular. Zaten bunu seneye yerleştirme sonuçları açıklandığında daha açık şekilde göreceğiz. (Burada kullandığım meslek liseleri kavramı bütün meslek liselerini kapsasa da yapılan  düzenlemeler açık şekilde imam hatip liselerine yönelik. Amaç imam hatipli gençlerin bu ülkedeki her meslek kolunda bulunmasını sağlamak. Bu da tabi gerici hayat tarzının toplumun her kesimine yayılması anlamına geliyor).


Ders saatleriyle ilgili ikinci boyut Anadolu ve Fen liseleri ile Bakalorya programı uygulayan liselere yönelik. Burada da işin bir diğer fiyasko boyutu var. Anadolu liseleri ve Fen liseleri haftada 36-37 saat ders görürken, hazırlık sınıfı olan yani 5 yıllık Anadolu liseleri haftada 40 saat ders görüyor. Bunun da amacı herhalde iyi okulları ödüllendirmek. Şunu anlamıyorum. Ders sayısı artınca daha iyi okul mu olunuyor ya da iyi öğrencilerin daha çok ders görünce daha iyi öğrenciler olacağı mı zannediliyor? Bu çok büyük bir yanlış. Haftada 30 saatten 4 yıl lisede okuyan birileri var, bunun yanında sırf daha iyi bir başarı gösterdi diye iyi bir liseye giden ama 5 yıl ve haftada 40 saat ders gören öğrenciler var. Buna denilecek tek söz ''bu ne perhiz bu ne lahana turşusu''. Başarılı, iyi okullarda okuyan öğrencileri yorarak varılacak bir tek yer var. O da yazının en başında sözünü ettiğim gibi bir ton ihraç fazlası zombi yetiştirmek. Eğer amaç buysa söyleyecek söz yok.


4)Beden eğitimi dersinin saati 2'den 1'e indirildi


Fazla söyleyecek bir şey yok. Bu kadar sportif, her gün düzenli yürüyüş yapan ve beden egzersizlerini hiç aksatmayan  insanlardan oluşan bir topluma zaten 2 ders beden eğitimi çoktu. İlerde tamamen kaldırılır diye düşünüyorum keza 1 saatlik Beden dersi olsa ne olur olmasa ne olur... Bu dersin sayısını haftada 1 saate indiren yetkililere teşekkür ediyor ve 2012'de Türkiye'nin ne kadar olimpiyat madalyasıyla Londra'dan döneceğini merakla bekliyorum (Çok spor yapan bir toplumuz ya şimdi tabi böyle toplumlardan çok sayıda yüzücü, atlet falan çıkar. E biz de öyle olduğumuz için bütün madalyaları toplarız herhalde).


Bu 4 değişiklik dışında yazmaya devam etsem daha çok ilginç düzenleme çıkar ama sıkıldım. Yazmaktan değil, yazdıklarımın içeriğinden, eksik ve yanlış tarafları görüp bunları değiştirmek için elimden bir şey gelmemesinden sıkıldım. Sıkıldım çünkü en önemli konu eğitimken en çok hata yapılan alan yine eğitim oluyor. 


Unutmayın. Eğitim sistemimiz, okullarımız, servislerimiz, yani bütünüyle Türk milli eğitimi yerde sürünmeye devam ettikçe, emin olun etrafımız bizi ayağa kaldırıp bize bir yudum su verenlerle değil, bizi yerde görüp bir tekme de bize savuranlarla dolacak. O yüzden bunu bilin ve ona göre hareket edin.

Milliyet Gazetecilikte Devrim Yaptı


Milliyet, gazetecilikte devrim niteliğinde bir çalışma gerçekleştirdi. Uzun süren uğraşlar sonucunda Milliyet Gazete Arşivi oluşturuldu. Bu gazete arşivi 3 Mayıs 1950 ile 30 Haziran 2004 tarihleri arasında yayımlanmış Milliyet gazetelerini içeriyor. Arşive, http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/adresinden ulaşabilirsiniz.

Milliyet Gazete Arşivi'ne göz atmak ve geçmişe ait gazete kupürleri arasında dolaşmak isterseniz öncelikle siteye ücretsiz biçimde üye olmanız gerekiyor. Daha sonra arzu ettiğiniz tarihli gazetenin ister herhangi bir sayfasına, isterseniz de herhangi bir haberi içeren kupürüne bakabiliyorsunuz. Gördüğüm kadarıyla kullanıcılara bir sınır koyulmuş. Buna göre günde 20 sayfa ve 200 kupür görme hakkınız var. Bunun sebebini tam olarak anlayamadım. Yalnız sitenin altyapısının yetersizliğinden ve sitenin fazla yoğunluktan etkilenmemesi için böyle bir önlem alınmış olabilir.

Bu arşiv sebebiyle Milliyet gazetesini ve bu işi yapan ekibi kutlamak lazım. Emin olun bu Türk gazeteciliğinde bir devrimdir. Çünkü böyle büyük bir arşivi insanların bir tık uzağına taşımak, ancak gazeteciliğe duyulan saygının ve cesaretli gazeteci kimliğinin bir yansıması olabilir. Ve bu kadar saygılı ve cesaretli kimseler, tarihin her döneminde, devrimcilerin bizzat kendisi olmuşlardır. Gerçekten bu arşivi hazırlayan ekibe tekrar tekrar teşekkür ediyorum.

Not: Yazıyı okumayı bitirdiyseniz Milliyet Gazete Arşivi'ne bir göz atın. Çok keyif alacağınızdan eminim.

Satranç Efsaneleri Buluştu

Satrancın iki büyük ismi Gary Kasparov ve Anatoli Karpov 19 yıl aradan sonra karşı karşıya geldi. Üç gün süren mücadelenin ardından Kasparov, rakibi Karpov'u 9-3 yenerek bu büyük buluşmanın galibi olmuş oldu.


İki efsanenin bu karşılaşmasının satranç sporunun geleceği açısından oldukça önemli olduğu kanısındayım.Çünkü bana kalırsa günümüzde sporun karşılığı hep bedensel dallar olarak gösteriliyor. Oysa şu bilinen bir gerçek ki satranç, briç, go, dama gibi oyunların tamamı birer zeka sporu. Yani bunların hepsi bir spor dalı. Ancak ne yazık ki televizyon gelirlerinin ve ticari sözleşmelerin hüküm sürdüğü spor dünyasında, bu tarz zeka sporları diğer spor dallarıyla aynı ilgiyi göremiyor. 


Bunu çok garip karşılamamak lazım tabi. Dünyada herhalde hiç kimse 90 dakika boyunca satranç izlemenin futbol izlemek kadar keyif vereceğini ya da 2,5 saati aşkın bir süre devam eden bir satranç maçının bir basketbol maçı kadar heyecanlı olacağını söyleyemez. Bunun da sebebi satrancın sıkıcı ve gereksiz olması değil, tüm zeka sporları gibi doğası açısından daha sakin bir spor olması hiç kuşkusuz.


Sonuç olarak ticari bir kılıfa sokulması mümkün olmayan satranç gibi özel ve güzel sporların, böyle büyük organizasyonlar ve ünlü kişilerin katıldığı turnuvalarla kendi popülerliğini her zaman koruyabileceğini ve bu sayede yeni nesillerin zeka sporlarıyla daha hızlı kaynaşabileceğini düşünüyorum.


Not: Yukarıda gördüğünüz fotoğraf Kasparov ile Karpov'un 1984 yılındaki ilk karşılaşmalarından alınmıştır.

What A Wonderful World

Son günlerde izlemekten ve bilhassa dinlemekten en keyif aldığım reklam Varyap Meridian reklamı. Haluk Bilginer'in dilinden dökülen mısralar, tarihe damgasını vurmuş yüzler ve tabi ki Louis Armstrong'un enfes sesinden What a Wonderful World şarkısı. Bu çalışma, bir reklam filminin tek başına ticari kaygılar gütmediğini, insanlara ulaşırken onların yüreğine dokunmanın da oldukça önemli olduğunu gösteriyor bize. Gerçekten bu reklam filmi üzerinde emeği geçen herkesi kutluyorum. Eğer bu reklamı hala izlemediyseniz ya da bir daha izlemek istiyorsanız aşağıda bu reklamın linkini bulabilirsiniz :


Varyap Meridian Reklam Filmi

Yasakçı Zihniyet İşbaşında

Evet, internette yasaklar kaldığı yerden devam ediyor. Şimdi de Myspace ve Last Fm siteleri mahkeme kararıyla engellendi. Bu engellemeyle birlikte yine hiçbir mantıklı açıklaması olmayan ve tek amacı insanların özgürlük alanlarını daraltmak olan bir adım daha atılmış oldu.


Bütün bu yasaklar aslında yürütülen psikolojik bir harekatın aşamaları. Tıkladığımız siteye erişimin engellenmesi, izlediğimiz filmde dumanını gördüğümüz sigarayı buzlanmış bir şekilde görmemiz ya da bir müzik klibinin, içindeki öpüşme sahneleri yüzünden yayından kaldırılması. Bütün bunlar bizlere belirli bir yaşam tarzını dayatmak ve direncimizi kırmak için yapılıyor. Ve bütün bu yasaklar etrafımızda pervasızca dolaşırken, dünya adeta bir açık hava hapishanesine dönüştürülmeye çalışılıyor.


Neden korkuyorum biliyor musunuz? Bütün bu yasakların kanıksanmasından ve yasaklar karşısında tepkisizleşmemizden. Çünkü zaten istenilen bu.  Amaç bu yasaklar karşısında sesimizi çıkaramayacak kadar hissizleşmemiz. 1980 sonrası dönemde kitapları yakanlar, aydınlık düşünceyi bu ülkeden silmeye çalışanlar aynı zihniyetin elemanları değil mi? Gençleri apolitize eden, sandığa boş boş oy atan zombilerin yerden bitmesini sağlayan hep bu zihniyet olmadı mı?


Büyük Alman şair ve tiyatro yazarı Bertolt Brecht bir şiirinde şunları söylemişti : 


"Naziler önce komünistleri tutukladılar; komünist değilim diye ses 
çıkarmadım.


Sonra Yahudiler'i tutukladılar, Yahudi değilim dedim, sesimi çıkarmadım.


Sosyal demokratları tutukladılar, savunmak bana mı kaldı dedim, sesimi 
çıkarmadım.


Sıra bana geldiğinde etrafta tutuklanmama ses çıkaracak kimse kalmamıştı!"


Yasaklara tepkimizi gösterelim. Çünkü bugün tepkisiz kalırsak konuştuğumuz bu yasaklar bir gün başka boyutlara taşınabilir. Bugün sıra Myspace ve Last Fm'de ise yarın sıra bize gelebilir. Ve emin olun eğer sıra bize gelirse, yasaklanması istenen şey şu an aldığımız nefesimiz bile olabilir...

Biri Emergency Deklare Etsin

Geçtiğimiz günlerde gazetelerde bir haber vardı. Habere göre, inişe hazırlanan bir pilot ile kulede görevli kontrolör arasında bir tartışma yaşanıyordu. Açıkçası bu tartışma beni hem çok güldürdü hem de bana '' emergency '' deklare etmenin ne kadar önemli bir şey olduğunu öğretti. Bu yüzden ben de bu ikili arasında geçen tartışmayı paylaşmak istedim. İşte o komik tartışma :


Pilot: En geç 10 dakika içinde inmem gerekiyor. Yakıtım bu kadar. Sabiha Gökçen’e davet ediyorum vermeyecekseniz.


Kule: İnişte 3 numarasınız. Emergency deklare ediyor musunuz?


Pilot: Efendim emergency yok. İşte yakıtım bu, en fazla 9 dakika bekleyebilirim. Fazla yakıt almıyoruz biliyorsunuz.


Kule: Emergency deklare etmiyorsanız Gökçen’e sizi yönlendireyim.


Pilot: Eğer yakıtla müsaitseniz emergency deklare ediyorum. 9 dakikalık bekleme yakıtım var. İnelim, müsait değilseniz Sabiha Gökçen’e iniyorum, tamam.


Kule: Anlatın efendim, rapor edin. Müsait değil. Sağdan uçuş başı 090.


Pilot: Efendim ‘emergency yakıtı’ kabul etmiyorsunuz. tamam.


Kule: Efendim, ‘emergency’ deklare ediyorsanız, sizi 06 için vektörleyeceğim.


Pilot: Güzel kardeşim daha ne söyleyeyim size ‘yakıtım bu’ diyorum. O saat geldiği zaman ‘emergency yakıtı’nın saati. Anlamıyorsunuz herhalde. 9 dakika sonra emergency yakıtına düşüyorum. 


Kule: Efendim emergency deklare ettiğinizi belirtirseniz sizi alacağım ben de diyorum.


Pilot: Sevgili kardeşim bir daha söylüyorum. Şu anda 8 dakikaya indim. 8 dakika sonra emergency yakıt ilan ediyorum. 5 geçe emergency yakıt ilan etmiş olacağım.


Kule: Efendim ben ‘emergency deklare ediyorum’ cümlesini bekliyorum sizden. Emergency yakıt ayrı bir şey. ‘Ben de sizin güzel kardeşiniz değilim’ bu arada.


Pilot: Lütfen rapor eder misiniz? Ben 5 geçe emergency yakıta düşüyorum. Şimdi de beklemedeyim tamam.


Not : Havacılık otoritelerine göre bu tartışmada haksız taraf pilot. Çünkü pilot yakıtın yetersiz olduğunu belirtirse yani havacılık tabiriyle emergency deklare ederse, inişten sonra şirket yetkilileri tarafından sorgulanacak. Bu yüzden de pilot emergency deklare etmekten kaçınıyor. 

10'u Anıyoruz



TAÇSIZ KRAL METİN OKTAY

TEK AŞKIYDI GALATASARAY

SENİN GİBİ CİMBOMLUYU

UNUTUR MU BU TARAFTAR


Unutmaz. Gerçekten de onun gibi Cimbomluyu bu taraftar yıllar geçse de unutmaz.


Bugün Taçsız Kral Metin Oktay'ın 18.ölüm yıldönümü. Metin Oktay, tam 18 yıl önce bugün, 55 yaşındayken üzücü bir trafik kazasıyla yaşamını yitirmiş ve aramızdan erken ayrılan sayısız efsaneden biri olmuştu. O günden bu yana Galatasaray camiası, Galatasaray taraftarı ve Türk futbolu onu kaybetmenin acısını yüreğinde taşıyor.


Metin Oktay Türk futbolunun mihenk taşlarından biridir. Gerek gösterdiği üstün başarılar ve attığı sayısız golle gerekse sarı-kırmızı renklere olan yürekten bağlılığıyla bugün Türk futbolunun gelişmesi ve popülerleşmesinde en büyük isimlerden biri olmuştur. Metin Oktay, futbolun ne kadar estetik bir spor olduğunu, golün futbola ne kadar yakıştığını ve bir kulübe yürekten bağlanmanın ne büyük bir güç olduğunu, yaşadığı süre zarfında bizlere göstermiştir.


Metin Oktay'ın Türk futbolu için ne kadar özel bir yeri varsa Galatasaray için de o kadar ayrı bir yeri vardır. Hiç kuşkusuz Metin Oktay'ı efsane yapan en önemli etken onun Galatasaray camiası ile olan bağıdır. Metin Oktay her fırsatta dile getirdiği gibi gerçek bir Galatasaraylıdır. Metin Oktay, Galatasaray forması altında her zaman büyük bir özveriyle mücadele etmiş ve bir sporcunun aidiyet duygusunun ne kadar kutsal ve önemli olduğunun canlı kanıtı olmuştur.


Kısacası Metin Oktay Galatasaray için efsane 10 numara, yine Galatasaray ve Türk futbolu için Taçsız Kral, Türk sporu içinse adam gibi adam olmuştur ve bu sıfatları sonuna kadar hak etmektedir. 


Metin Oktay'ı 18.ölüm yıldönümünde saygı ve özlemle anıyor ve yazımı Galatasaray Spor Kulübünün resmi sitesinde yer alan, Metin Oktay'ın ufak bir anısıyla noktalıyorum :


Galatasaraylılığını, “Sarı-kırmızılı renklere küçükten beri hayrandım. Galatasaray İzmir’e geldiğinde okuldan kaçar, maça giderdim. Bence Galatasaraylılık din gibi, mezhep gibi yerleşmiş, köklü bir inançtır. Galatasaray’ı işte bunun için tercih eder ve Galatasaraylılığımla her zaman gurur duyarım” sözleriyle ifade eden Metin Oktay, ayrıca 1957 yılında dönemin Fenerbahçe yöneticisi Müslüm Bağcılar’ın dönemin koşullarına göre astronomik olan transfer teklifini “Bizi sevenleri üzmeyelim baba...” cümlesi ile geri çevirmiştir.

İstanbul'u Nasıl Bilirdiniz?


Misyonumuz


Medeniyetlerin buluşma noktası İstanbul'a karşı tarihi sorumluluğumuzun gereğini yerine getirerek şehrin yaşam kalitesini artırma, özgün kimliğini pekiştirme ve saygın bir dünya şehri haline gelmesine katkı sağlama adına; yerel hizmetleri adaletli, kaliteli, gelişime açık, verimli ve etkili bir yönetim anlayışı ile sunmak.


Vizyonumuz


Türkiye'nin görünen yüzü ve dünyaya açılan penceresi olan İstanbul'u, eşsiz mirasına sahip çıkarak, yaşam kalitesi yüksek, sürdürülebilir bir dünya şehri yapan öncü ve önder belediye.


İstanbul'un "Mimar" Bir Başkan'ı Var...

İstanbul’un, bir dünya kenti olma yönünde ivme kazanacağı gelecek 5 yılına mimar ve sanat tarihi doktoru bir başkan imza atacak. Yeni Başkan Dr. Mimar Kadir Topbaş, dokusunu çok iyi tanıdığı kenti, mesleki formasyonunun kazandırdığı estetik kaygılarla evrensel ölçülerde yeniden biçimlendirecek.


Yukarıda okuduğunuz yazılar İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin resmi sitesinde yer alıyor. Görüldüğü üzere alıntılarda İBB'nin misyonu ve vizyonundan bahsediliyor. Ayrıca İstanbul'un '' mimar'' bir belediye başkanı olduğuna vurgu yapılıyor. Dilerseniz şimdi de bu ''mimar'' belediye başkanının 1-2 saat önce verdiği ve yine İBB'nin resmi sitesinde yer alan demecine bakalım :


İstanbul’a son 80 yılın en büyük yağışının birkaç saat içinde düştüğünü ve bu doğal afetler karşısında insanoğlunun çaresiz kaldığını belirten Başkan Topbaş, “Ölümler nedeniyle milletimize baş sağlığı diliyorum. Acılar üzerine siyaset yapanları kınıyorum ve milletime havale ediyorum” dedi.


Bütün bu yazıları okuduktan sonra, İstanbul'da bu misyonun ve vizyonun gereklerini yerine getiren bir belediye ve ''mimar'' bir belediye başkanı görebiliyor musunuz? Ben göremiyorum. 


Bugünkü felaketin suçlusu başından sonuna İstanbul Belediyesi ve bu belediyenin bir numaralı ismi Kadir Topbaş'tır. Zaten bunu anlamak için çok kafa yormaya da gerek yok. Bugün sabah saatlerinden beri Kadir Topbaş'ın yaptığı açıklamalara bakarsanız ortada ne kadar büyük bir ihmalin olduğunu görürsünüz. Çünkü bu ülkede suçu geçmişe atan, geçmiş yönetimleri suçlayan ya da ''hepimiz biraz hatalıyız'' söyleminin arkasına sığınan ne kadar yönetici varsa hepsi gerçek suçludur. Bu gerçek suçluların söyledikleri sözler de koltuğu koruma sevdası ve kendini temize çıkarmaktan başka bir şey değildir.


Üzgünüm. Üzgünüm çünkü İstanbul bunları hak etmiyor. Üzgünüm çünkü İstanbul gibi bir şehri bu halde görmeye dayanamıyorum. Üzgünüm çünkü İstanbul bugün gerçekten de yorgun, üzgün ve yaşlanmış...


Son olarak yazımı bana göre günün en iyi manşetiyle noktalamak istiyorum. Ntvmsnbc.com der ki : Pabucumun Kültür Başkenti

Genelkurmay'dan Çizgilerle Atatürk

Belki görmüşsünüzdür Genelkurmay Başkanlığı geçtiğimiz günlerde ''Atatürk ve Milliyetçilik'' ve ''Atatürk ve Cumhuriyetçilik'' adlarında iki çizgi roman yayımladı.Özellikle dezenformasyonun (bilgi çarpıtma) dört bir yanımızı sardığı 21.yüzyılda, Atatürk'ün kişiliğini ve düşünce sistemini genç nesillere çizgi roman yoluyla anlatmaktan daha doğru bir adım olamazdı. Umarım bu çizgi romanların devamı gelir ve Atatürk sevgisi, daha çok  sayıda genç yüreğin umudu olur. 

Spordan Anlamayan Spor Medyası

Malum bugünlerde milli heyecanlar yaşıyoruz. Basketbol takımımız Avrupa Şampiyonası'nda ter dökerken, futbol takımımız da Dünya Şampiyonası'na katılma mücadelesi veriyor. İşte böyle bir ortamda güzide spor medyamız enine boyuna futbol ve basketbol takımlarımızı tartışıyor ve ne yazık ki voleybol milli takımımız gözden kaçırılıyor.


Bildiğiniz gibi geçtiğimiz hafta voleybol milli takımımız Avrupa Şampiyonası'nda mücadele etti ve ne yazık ki oynadığı üç maçını da kaybederek elendi. İşte bu büyük başarısızlıktan sonra güzide spor medyamızdan, bu başarısızlığın nedenlerini sorgulayan yayınlar yapmasını beklerdim. Ancak bizim - sporu çoğu kez futbola, nadiren de basketbola hapseden - spor yazarlarımız her zamanki gibi yine farklı spor dallarına gözlerini kapayarak umursamaz tavırlarını sürdürdüler.


Açıkçası üzülmemek elde değil. Futbola gelince milli takım, basketbola gelince milli takım ama voleybola gelince tık yok. Dünyada sporu bu kadar dar bir pencereden izleyen ve izleten başka bir medya var mı çok merak ediyorum? Uluslararası bir turnuvadan neden 3 maçımızı kaybederek döndüğümüzü sorgulamak bu kadar mı zor? Emin olun aynı durum futbolda olsaydı 24 saat boyunca ekranda ''Neden kazanamadık?'', ''Nerede yanlış yaptık?'' temalı programlar dönerdi. Gerçekten bu ülkede spor yayıncılığını anlamak çok ama çok zor. Ondan sonra da 70 milyonluk ülkeden niye bu kadar az sporcu çıkıyormuş? Sebebi çok basit değil mi? Bir ülkenin spor adına ahkam kesen kişileri spordan anlamazsa o ülkenin sporda ileri gitmesi, sporcu yetiştirmesi mümkün olabilir mi? Spor medyası dediğin bilinçli olacak. Sporun her dalını takip edip, ülke sınırları içinde spor adına yapılan yanlışları görüp, yaptığı yayınlarla yetkili mercileri bu yanlışların düzeltilmesi konusunda uyaracak. Spor medyası sporun ve sporcunun takipçisi olacak. Bütün bunları yapmayan, her sabah yazı masasına oturup, '' Akşamki maç ne olur? '' sorusuna  cevap arayan yazarlardan kurulu bir spor medyasından hayır gelir mi sorarım size? 


Ülkemizde spor adına tehlike çanları çalıyor. Birileri bu gidişe dur demezse gelecekte bir adet olimpiyat madalyasına bile hasret kalacağız haberiniz olsun...

İyi ki Doğdun Freddie

Bugün 5 Eylül 2009. Queen'in efsane solisti ve - benim için - müzik tarihinin en büyük ismi Freddie Mercury'nin 63. doğum günü. Freddie bugün yaşasaydı tam 63 yaşında  ve muhtemelen bir yerlerde, yine tüm enerjisiyle konser veriyor, şarkılarını söylüyor olacaktı. Ne yazık ki bugün Freddie Mercury'nin sesi, sadece albüm ve konser kayıtlarından bizlere ulaşabiliyor. Ne yazık ki Freddie Mercury 18 yıldır aramızda değil...


Bugün 5 Eylül 2009. Freddie Mercury'nin ölümünden bugüne, sevenleri hâlâ onun yokluğuna alışmaya çalışıyorlar. Hâlâ Freddie Mercury'nin bir yerlerde, o muhteşem sesiyle avaz avaz şarkı söylemesini bekliyorlar.


Bugün 5 Eylül 2009. Freddie Mercury dünyaya geleli tam 63 yıl oldu. Dünya, bu efsane sanatçıya tam 63 yıl önce kavuştu. Bugün eğer müzik bir sanat dalıysa, müziğin bir sanat dalı olduğunun en büyük kanıtlarından biri Freddie Mercury'dir. Ve bugün eğer sanat büyülü, insanı başka dünyalara götüren bir hayal perisiyse, bunun da en büyük kanıtlarından biri, hiç kuşkusuz büyük efsane Freddie Mercury'dir.


Bugün 5 Eylül 2009. Freddie Mercury ürettiği eserlerle aramızda olmaya; sevinçlerimizi, üzüntülerimizi bizlerle paylaşmaya devam ediyor. Kısacası Freddie Mercury ölümsüz olmaya devam ediyor.


Bugün 5 Eylül 2009. Freddie Mercury'nin 63. doğumgünü. Benim için gerçek sanatçıların dünyaya geldikleri günler, bizlerin sanat bayramlarıdır. Tıpkı Elvis Presley'nin, John Lennon'ın, Jimi Hendrix'in, Michael Jackson'ın ve adını sayamadığım diğer müzik efsanelerinin doğduğu günler gibi. Tıpkı Freddie Mercury'nin doğduğu 5 Eylül günü gibi...


Bugün 5 Eylül 2009. Sanat bayramınız kutlu olsun. Ve Freddie... Doğum günün kutlu olsun...


Not: 5 Eylül tarihinde doğanlara baktım. Bir de ne göreyim. Duman grubunun solisti Kaan Tangöze. Freddie Mercury ile aynı gün doğup, onunla aynı işi yapmak da ayrı bir şans olsa gerek...  

Teşekkürler Marsel İlhan

Bugünlerde en büyük gurur kaynağımız Marsel İlhan hiç kuşkusuz. Çünkü 70 milyonluk ülkemizden bir Grand Slam'de ikinci tura yükselen bir tenisçi bile çıkaramamamız gerçekten büyük bir ayıptı. İşte bu ayıbı silen adam Marsel İlhan oldu. İlhan, 2-1 geriye düştüğü maçı 3-2 kazanarak, Amerika Açık'ta ikinci tura yükseldi ve Türk tenisinin gelecekte daha güzel günler göreceğinin sinyalini verdi. 


Bu noktadan sonra Marsel İlhan ikinci turu geçer ya da geçemez hiç önemli değil. Önemli olan böyle başarılı tenisçilerimizi daha çok gündeme taşımak, onlara destek olmak ve onları her fırsatta onurlandırmaktır. Zaten bunları yaparsak Marsel İlhan gibi birçok tenisçimizin, bugün hayranlıkla izlediğimiz Federer'in, Nadal'ın, Venus ve Serena kardeşlerin olduğu noktalara gelmek için, ellerinden gelen çabayı sonuna kadar göstereceklerine inanıyorum. Ve evet, bir Türk için - hayal gibi gelebilir ama - Wimbledon şampiyonluğu gerçekten hayal olmadığını düşünüyorum. Yeter ki böyle yetenekli tenisçilerimiz biraz daha fazla destek görebilsinler. 


Bir kez daha Marsel İlhan'a bize böyle bir gurur yaşattığı ve Türk tenisinin miladı sayılabilecek bir başarıya imza attığı için teşekkür ediyorum.